Cari siyasetimizde din bir siyaset enstrümanı olarak kullanılmaktadır. Özellikle çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra Türkiye siyaseti adeta, dine, dindara olumlu bakanlar ve karşıtları şeklinde ikiye bölündü. Her seçim öncesinde de bu kavga yeniden alevlenir oldu. Dini mevzulardan bahsetmek dindar kesimin kendisine en çok taahhütte bulunana yönelme alışkanlığında olduğunu gören siyasetçilerin bu yüzden iştahlarını kabartır, seçim meydanların da dini temalı ve ateşli nutuklar verilir.
28 Şubat süreci bu cepheleşmeyi keskinleştirdi ve dindar camia ilk seçimde kurucuları muhafazakar bir muhitten gelen kadronun kurduğu partiyi (AKP) iktidara taşıdı.
AKP iktidarı siyasi ve askeri vesayet kalkıncaya kadar dini mevzularda dikkatli, özenli bir dil kullandı. Ancak özellikle 15 Temmuz’dan sonra kendini koruma kalkanına alan iktidarın en büyük azığı dini ve milli değerler oldu. Türkiye’deki çoğunluğu temsil eden muhafazakar-milliyetçi kitleyi konsolide etmek amacıyla dini ve milli değerleri tepe tepe kullanmaya başladılar.
Buraya kadar kısaca ifade ettiklerim siyaset bezirganlarının siyasi çıkar adına yaptıklarıdır. Peki, muhatap kitlenin beklentisi nedir?
İşte bu sorunun cevabı çok önemli. Belki de siyaset alanının en önemli mevzularından birisi. Bugüne kadar bu mevzu ile ilgili çok şeyler söylendi, konuşuldu. Ben de bu platformlarda çeşitli vesilelerle yazdım ve şu soruyu sordum:
“Siyasal iktidarların dini terakkideki rolü nedir?” veya “İktidarlar vesayet ettikleri dindarlık üzerinde ne gibi bir etkiye sahiptir?
Konuya şu soruyla başlayalım: Dinin, dindarlığın siyasal temsile veya koruma kalkanına ihtiyacı var mı?
Bu soru başka bir sorunun kapısını aralıyor: Dinin amacı nedir?
İşte bu sorulara vereceğimiz doğru cevap diğer sorularımızın da anahtar cevapları olacaktır.
Kısaca, din, insanların vahye kulak vermelerini, onun vazettiği bir hayatın inşası için çabalamalarını ve yeryüzünde adaletin sağlanmasını, insanların birbirlerinin hak ve hukuklarına riayet etmelerini, maddi ve manevi olarak birbirleriyle dayanışma içerisinde olmalarını hedefler. İnsanlar hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın inanmaya davet edilir ve inanmak veya inanmamak kişinin hür iradesine bırakılır. Burada dinin mensuplarına düşen sadece dinin hakikatini duyurmak, haberin ulaşmadığı insanlar, kitleler varsa onlara ulaşmanın, iletişim kurmanın önünde engelleri kaldırmaktır.
Fetihlerin da amacı budur. Zalim idarecilerin toplumları zor ve şiddet kullanarak gayri adil yönetmeleri ve hakikat bilgisine ulaşmalarını engellemeleri nedeniyle müslümanlar tarafından yapılan müdahaledir. Amaç ne toprak gaspıdır ve ne de ganimet elde etmektir. İslam tarihinde bunun hilafına gerçekleşen hiçbir savaş / kıtal fetih sayılmaz. Aslında İslam “fetih” adına daha büyük, daha ulvi bir amacı işaret ediyor. Kur’an da Fetih Suresinde geçen “feth-i mubin” bir barış anlaşmasının adı olan ve İslam tarihindeki ilk yazılı anlaşma olarak kayda geçen “Hudeybiye Barış Anlaşmasını” işaret ediyor. Bu anlaşmayla savaşın kıyısından dönülmüştür. Müslümanların aleyhine maddeler ihtiva eden anlaşmayı, sahabesinin pasif muhalefetine rağmen Hz. Peygamber imzalamıştır. Çünkü o, İslamı tebliğ ettiği süre zarfında daima anlaşmadan ve barıştan yana olmuştur. Aleyhteki o kadar maddeye rağmen antlaşmanın sonuçları Müslümanların lehine işlemiştir. İlk defa bir güç ve bir taraf olarak muhatap alınmışlardır. Allah Resülü de haklı davasının bir barış ikliminde neşvünema bulacağı inancındaydı ve öyle de oldu. Çok kısa bir zamanda İslam bütün Arabistan yarımadasına yayıldı.
O günkü Medine yönetimi bugünkü anlamda bir devlet yapısına sahip değildi. Peygamber müslümanların doğal lideriydi, önderiydi. İslam’ın davetinin kitlelere ulaştırılması, engellerin bertaraf edilmesi anlamında Onun manevi liderliği etrafında kenetlenen müslümanların kendi aralarında kurdukları hukuki bir yapıydı. Kur’an’da bugünkü anladığımız anlamda bir devlete ve şekline vurgu ve işaret yoktur. Adeta zamanın değişen şartlarına göre değişkenlik gerektiren bir yönetim anlayışı insanların ihtiyarına bırakılmıştır. Temel ilkeler (adalet, ehliyet, maslahat, şura, emanet) vazedildikten sonraki şekil ve şemail insanlar tarafından tayin edilmek üzere zamanın alimlerinin uhdesine tevdi edilmiştir. Dolayısıyla bu anlamda “İslam devleti” nitelemesi doğru değildir. Olsa olsa “müslümanların çoğunlukta olduğu ülke” olur. Veya “idarecilerini Müslümanların oluşturduğu ülke” gibi tanımlamalar yapılabilir.
İşte bu sebeple halen siyasi arenada sözüm ona “İslam Devleti” veya “Şeriat Devleti” özlemiyle yanıp tutuşanlar var. Bunun farkında olan siyaset simsarları ise bu beklentiyi karşılayacak mesajlar veriyorlar. Bu cümlelerime mukabele amacıyla gösterilecek tepkileri tahmin edebiliyorum ama razıyım, çünkü hakkın hatırı âlidir hiçbir hatıra değiştirilemez.
Türkiye örneği üzerinden gidelim. Bu ülkede 85 milyon insan yaşıyor. İnanç haritasına bakıldığında, hernekadar %90 küsür “müslüman” gözüküyorsa da fiiliyatta dindar sayılabilecek insan yüzdesi en iyimser tahminle % 10-15 civarındadır. Diğer büyük kitle seküler bir hayat yaşıyor ve mevcut rejimle ilgili olarak da bir dini talebi ve şikayeti yok. Devletin yönetim şeklini belirleyen de bu kesimdir. Onlar da çoğunlukla tercihlerini “demokrasiden” yana kullanıyorlar. Demokrasiler, azınlıkların hak ve hukuklarının korunduğu çoğunluk rejimleridir. Yani aksi bir tabloda, müslüman hassasiyetine sahip vatandaşların çoğunlukta olduğu durumda yine bir “İslam Devleti” tanımlaması, nitelemesi yapılmazdı. Müslüman olmayanlar azınlık da olsalar o ülke topraklarında yaşadıkları için oradaki devlet sadece müslümanların devleti gibi nitelenemez. Aslında aynı husus diğer tüm inanç mensupları için de geçerlidir. Bir ülkedeki nüfusun inanç haritası o ülkenin yönetim düzenini tek başına belirleyemez.
Şimdi daha önemli bir soruya gelelim: “Müslümanlar veya diğer inanç mensupları sahip oldukları değerler adına nasıl bir siyasal tercihte bulunmalıdırlar?”
Bir defa şu tarihsel gerçekliğin altını tekrar kalın bir çizgiyle çizelim: “Bugüne kadar tarihte devlet vesayeti altında yürüyen bir dini organizasyonun başarılı olduğuna tanıklık edilmemiştir.” Tam aksi kendi içinde organize olmuş dini topluluklar ne kadar siyaset alanının dışında kalmışlarsa, sivil organizasyonları ne kadar siyasete mesafeli olmuşsa o nispette gelişmiş, varlıklarını idame ettirmiştir. Zaten tasavvuf toplulukları da siyasetten uzak bir iklimin ürünüdürler. Emevi zorba yönetimi altında gerçek anlamda dinlerini yaşama imkanı bulamayan ehli tasavvuf, züht ve takvaya erişmek adına toplumdan uzaklaşmış, siyaset kurumu ile aralarına mesafe koymuştu.
İslami oluşumlar, topluluklar da bugünkü modern devlet yapısına ve siyaset kurumuna ne kadar mesafeli olurlarsa, kendi özgün alanlarında ne kadar sivilliklerini koruyabilirlerse hem kendi anlayışlarını ve yaşamlarını olgunlaştırabilir, hem kendi iç hukuklarını ve kurumsal yapılarını inşa edebilir ve hem de adaletten uzaklaştığında siyaset kurumunu uyarıp ikaz etme imkanına sahip olabilirler. Tıpkı Ebu Hanife’nin Emevi ve Abbasi Yönetimine yaptığı gibi…
Şimdi gelelim bugünümüze. Bugün yine toplumu Allah’la aldatan siyaset simsarları var. Onlara oy verirseniz müslümanlar ihya olacak, müslümanlık gelişecek, kuvvet kazanacak, halifelik tekrar ihya edilecek vs. gibi zırva kabilinden onca söz işitiyoruz. Ancak AKP’nin 20 yıllık iktidar tecrübesi de çok net gösterdi ki, böyle bir şey olmayacak ve olmadı da zaten. Hatta tam aksi muazzam bir değer aşınımı, erozyonu yaşandığını üzülerek görmekteyiz. 28 Şubat sürecinde yaşanan bu kadar zulme rağmen Müslümanların niteliklerinin bu kadar aşınmadığını, daha canlı, daha diri olduğunu bugün üzülerek hatırlıyoruz.
Evet, meşhur ifadeyle “bir musibet bin nasihatten yeğdir”. AKP deneyimi malum olanı ilam etti. Siyaset kurumunun, iktidarın vesayetindeki dini alanın neşvünema bulmadığı bütün sonuçlarıyla tezahür etmiştir.
O halde bugün Müslümanlar veya diğer inanç mensupları için temel siyasi tercih ne olmalı? Yakın zamanda ilahiyatçı bir arkadaşın verdiği cevabı paylaşayım: “Zalim bir müslüman liderin hakimiyetinde yaşamaktansa müslüman olmayan adil bir yöneticinin yönetimi altında yaşamayı tercih ederim.”
Tam da böyle. Kimsenin bizi “Allah’la aldatmasına” müsaade etmeyelim. Zaten Allah da uyarıyor:
“Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah’ın vaadi haktır; öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın.” (fatır:5)
Evet Allah her zamanki gibi doğruyu ifade buyurmuştur. Bu tehlike her zaman varittir. Kimsenin “size daha iyi bir müslümanlık vaadinde bulunuyorum” söylemine prim vermeyelim, aldanmayalım. Onlara şunu söyleyelim: “Bizim müslümanlığımızı bize bırakın, siz bize adil bir yönetim inşa edeceğinizin sözünü verin. İslam’ın hak bir inanç olduğuna iman ediyorsanız onun yöneticilere yüklediği asli sorumluluk, idaresinden mes’ul olduğu topluma adil muamelede bulunmasıdır. Yöneticiler bizim inanç alanlarımıza müdahale, gölge etmesin, bizi kendi halimize bıraksın, inançlarımıza saygı göstersin, kendimizi ifade etme, inançlarımızı yayma ve yaşatma hürriyeti versin, kendi iç hukukumuzu inşa etmenin önündeki engelleri kaldırsın, güvenliğimizi temin etsin başka bir ihsan istemeyiz.
Buraya kadar yazdıklarım muvacehesinde sonuç olarak şunu ifade ederek sözü noktalamış olayım: Halk olarak siyasal partilerin inanç taahhütlerine prim vermeyeceğiz, hiçbir partinin dinle ilgili taahhütlerine itimat etmeyeceğiz. Bizim karşımızda dindarlık gösterisi yapanlara iltifat etmeyeceğiz. Siyasal örgütlerden alacağımız tek taahhüt, bu topraklarda inancı, etnik mensubiyeti ne olursa olsun herkese adil davranma, eşit muamelede bulunma, inançlarımıza saygı gösterme, hukuki, sosyal, ekonomik, dini güvenliğimizi temin etme taahhüdü olabilir ancak.