Dün “Dünya İnsan Hakları” günüydü. Bu vesileyle dünyanın çeşitli yerlerinde etkinlikler organize edildi. Başta Gazze halkı olmak üzere mazlum ve mağdur halkların uğradığı zulümlere dikkat çekildi, tel’in edildi.
İnsanın doğuştan ve sonradan sahip olduğu haklarının ne olduğu, nerede başlayıp nerede bittiği konusu insanlık tarihi boyunca tartışılmış, müzakere edilmiştir. Bu mevzuda birtakım beyannameler yayımlanmıştır. Günümüzün en meşhur metni 10 Aralık 1948’de kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”dir. Bu metin, insanlığın yaşadığı tarih macerasından çıkan tecrübeler, gelişen hukuk anlayışı ve daha önce yayımlanan bir takım benzer beyannamelerden esinlenerek hazırlanmıştır.
Bu yazıda ülkemiz ve İslam coğrafyasında insan hakları anlamında yaşanan gelişmelere dikkat çekmeye çalışacağım.
Elbette böyle bir mevzuda tarihi Hz. Peygamber ile başlatmak icap eder. Onun hayatının en önemli olaylarından birisi henüz Peygamberlik gelmeden önce gençlik yıllarında üye olduğu “Hilfü’l-fudûl” teşkilatıdır. Belki de insan hakları anlamında o güne kadar eşi, benzeri görülmemiş en ciddi insan hakları örgütüdür.
İslam öncesi Arap toplumu kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke’de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla alıkonulur, kimsenin feryadına kulak asılmazdı.
Böyle bir ortamda bir adam Mekke’ye satmak için bir deve yükü mal getirmişti. Mekke’nin ileri gelenlerinden As b. Vail, bu malları almış fakat parasını ödememişti. Adam parasını almak için Mekke’nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.
Adam bir sabah şehre yakın Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, “Ey Fihr halkı” hitabıyla uğradığı zulmü şiirsel bir dille haykırdı. Bunun üzerine Mekkeli gençler o gün için Mekke’nin zengin ve saygı değer adamlarından sayılan Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke’de yabancı ya da yerli hiçbir kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.
“Vallahi, bundan böyle Mekke’de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiçbir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe’ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz” diye and içtiler.
Antlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail’in kapısı önüne dikildiler ve ondan mağdur kişinin hakkını aldılar. Ondan sonra da Mekke’nin yabancılar için güvenli bir şehir olduğunu tescil etmek için kendilerine gelen şikayetleri değerlendirerek olaylara hemen müdahil olup kimsenin mazlum olmasına fırsat vermediler. Bu yapı, uzun zaman Mekke’de insan hakları örgütü olarak varlığını sürdürdü. Hz. Muhammed (sav) kendisine Peygamberlik geldikten yıllar sonra arkadaşlarıyla birlikte olduğu bir sırada mevzu açılınca “bugün de öyle bir örgüt olsa yine gidip gönüllü üyesi olurum” demişti. Hilfü’l-fudûl bu anlamda o coğrafyada yaşanan en önemli oluşumlardan birisidir. Hz. Peygamberden sonra sahabesi de o örgütü hayırla anmıştır. Nitekim Muaviye’nin yönetimi döneminde Medine valisi Velid b. Utbe, bir meseleden dolayı kendisine zulmetmeye kalkışınca Hazreti Hüseyin, “vallahi, ya adalete riayet eder hakkımı verirsin yahut kılıcımı sıyırarak Rasûlullah’ın Mescidi’nin kapısına dikilir halkı Hilfü’l-fudûl’a davet ederim.” diyerek onu tehdit etmiştir.
Hz. Peygamberin insan hakları anlamındaki bir başka önemli beyannamesi de “Veda Hutbesi”dir. Her bir maddesi insan haklarına dair temel prensipleri tekrarla birer kanun maddesi olarak kayda geçen bu metinden sadece birkaç madde:
“Ey İnsanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl bir mübarek şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
“Ashabım! …Sakin benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!…
“Ashabım! “Dikkat ediniz, cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır…
“Ey insanlar! “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahtan korkmanızı tavsiye ederim…
“Ey insanlar! “Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana Arap olmayanında Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur…Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız.
Hutbede 7-8 yerde paragraf başlarında geçen “Ey nâs! (Ey insanlar!)” hitabı bu beyannamenin evrensellik yönünü, yani bütün insanlara şâmil olma özelliğini ortaya koyar. Bu kelime ile Hz. Peygamber, sadece huzurundaki Müslümanlara değil, orada bulunmayan gayri müslim; hatta inançsız, Allah’ı tanımayan bütün insanlara seslenmeyi hedeflemiştir. Zira “nas” kelimesi mutlak bir sözcük olup, inananı, inanmayanı; müslimi, gayri müslimi, erkeği, kadını, orada bulunanı, bulunmayanı; hâsılı akıl sahibi bütün mükellefleri içine almaktadır. Dolayısıyla bu mesaj, o gün orada hazır bulunan insan kitlelerine mahsus değildi; bilakis bütün dünyaya duyurulacak açık bir davetti. Hz. Peygamber, orada bulunanlardan, ilân ettiği prensipleri kabul ve tebliğ edeceklerine dair söz aldı.
Fakat ne yazık ki, Hz. Peygamberin irtihalinden kısa denilebilecek bir zaman sonra Emevilerle birlikte İslam toplumu bu eksenden fersah fersah uzaklaştı. Hz. Peygamberin bıraktığı emanetler tek tek terk edildi. Hilafetin bekası insan haklarının önüne geçirildi. Hilafet saltanatı kutsallaştırılıp (bugün devletin kutsallaştırılması gibi) bütün insani değerlerin önüne konuldu. Saltanatın bekası için binlerce insanın katli, zulümlere maruz bırakılması, canlarına kastedilip, mallarına el konulması meşru görüldü.
Bu zulümlere karşı duran insan hakları savunucuları da emir sahiplerine itaatsizlikten ya katledilmişlerdir veya İmam Ebu Hanife gibi zindanlara atılmışlardır. Ayetin “Ulu’l emre itaat” ile ilgili kısmı yanlış yorumlanarak halifelere hakkı ve adaleti hatırlatmak, onları uyarmak, ikaz etmek ayete muhalefet etmek diye tevil edilerek yönetim erkanı layus’el kılınmıştır. Ne yazık ki, bazı imamlar ve fırkalar çağının en bu büyük hukukçusu Ebu Hanife’yi bile bu nedenle tekfir etmişlerdir.
Ömer B. Abdülaziz gibi bazı yöneticilerin döneminde insan hakları anlamında iyileşmeler yaşanmışsa da bu da uzun ömürlü olamamıştır.
Halbuki “insan hakları” belki de ilk defa İslam’la birlikte insanlığın gündemine yerleşen bir kavramdır. İslam kaynaklarında “Kul hakkı” olarak geçen “insan hakkı” Allah’ın bile affetmeyeceği bir hak olarak kaynaklarda yer almıştır. Dolayısıyla dokunulamaz, yasaklanamaz, kısıtlanamaz haklar olarak görülmüştür.
Hz. Peygamberin pratiğini yaptığı, özlemle bahsettiği “Hilf’ül Füdül” ve Peygamberliğinin son “Veda Hutbesi”yle insan tarihine bıraktığı “İnsan Hakları Beyannamesi” adeta yok sayılarak her türlü zulüm ve işkence mubah görülmüştür.
Bugün değişen fazla bir şey yok. Gazzelilerin uğradığı soy kırım karşısında Müslüman toplumların yöneticilerinin dünya toplumlarına, yönetimlerine “insan hakkı” anlamında söyleyebilecek bir sözleri ve yüzleri yok.
Aynı durum Türkiye için de geçerli. Dini değerleri politik çıkarları için bu kadar kullanan iktidar, İslam’ın en önemli şiarlarından olan “insan hakları” mevzuunda ne yazık ki hiçbir ilerleme kaydetmediği gibi toplumu yer yer geriye götürmüştür. Önce iktidar mı yoksa adalet mi tercihi karşısında iktidarının bekasını öne koymuş ve diğer insanlık değerlerini de iktidarının geleceği uğruna harcamaktan geri durmamıştır.
En kötüsü de Müslüman ahaliyi buna rıza etmesidir. Devleti kutsayarak, devlete itaat etmek bir dini vecibeymiş gibi insan hakları talebinde bulunanların söz ve eylemlerini “devlete başkaldırı” gibi yorumlayarak cezalandırma talebinde bulunmasıdır. Bu minval üzere düşünen Müslümanlara bu vesilelerle hep İmam Ebu Hanife örneğini hatırlatmışımdır. O da “İslam Devletleri” diye nitelendirilen Emevi ve Abbasi yönetimlerince sırf insan hakları savunuculuğu yaptığı için cezalandırılmıştır. Ebu Hanife ekolüne bağlılık ifade edenlerin bu meseleye bu zaviyeden yaklaşarak bugün yapılanları nasıl mütalaa ettiklerini ve bu tenakuza nasıl bir izah getirdiklerini cidden merak ediyorum.
Bugün İslam coğrafyası insan hakları anlamında çok ciddi problemlerle malul durumda. Batılı demokratik ülkelerin kendi halkları için geliştirdikleri hukuki düzene karşılık çoğu monarşi ile idare edilen İslam ülkelerinin insan hakları karnesi zayıflarla dolu.
İslam dini ve Hz. Peygamberin hatırasının izzeti temsil edilemedi ve dünyanın diğer yakasına karşı iyi bir örneklik gösterilmedi.
Son olarak bir hatırayla noktalıyayım. Bir ABD vatandaşı kadınla bu mevzuları konuşurken bana şunu söyledi: “Fahrettin Bey Batı dünyası bir beşerî sistem geliştirdi ve bunun adına “demokrasi” dedi. Elbette her beşerî sistem eksikle ve yanlışla maluldür. Demokrasi karşıtı Müslümanlara şunu sorma hakkım vardır herhalde: Biz batılılar bu kadarını yapabildik, bizimkini beğenmiyorsanız sizler de daha iyi bir yönetim modelini inşa edip, sistemleştirin ve bize sunun!”
Ne diyebiliriz, hak vermekten öte?