Atalardan, büyüklerden, hocalardan, efendilerden edinilen kabulleri sorgulayabilme gücü, cesareti insan topluluklarının genel olarak sahip olduğu bir erdem olarak görülemez. Bir ferdin bu cesareti kendinde bulması belki de taşı delmesinden daha zordur. Hayatının 20-30 yılını bu kabullerle geçiren biri, bir gün farklı bir sosyal atmosferi teneffüs ettiğinde “acaba” diye bir tereddüt kırıntısı vicdanını tahrik etmeye başlar ve bir süre sonra vicdanını tırmalamaya devam eden “acaba bugüne kadar öğrendiklerim, iman derecesinde bağlandıklarım da bir yanlış mı var?” sorgulaması ve dış temaslarla edindiği yeni bilgiler eski kabullerle kıyaslanır. Zihni mücadele bütün şiddetiyle devam eder ve sonunda ikisinden birisi kazanır.
İşte bununla ilgili ibretamiz bir kıssa:
Hz. Peygamberin (sav) Mekke döneminde aristokrasiyle olan mücadelesinde psikolojik üstünlük kendisindeydi. Çünkü haklıydı ve halkı çağırdığı hakikat bilgisine kendisi tastamam iman etmişti; şüphesi, tereddütü yoktu. Ancak karşısındaki gücün kalbi darmadağınıktı ve bir türlü o muhafaza ettikleri atalar kültüründen vazgeçemiyorlardı. Hz. Peygambere karşı düşünsel ve fikri mücadelede başarılı olamayan hasımları bu kez farklı yöntemlere müracaat ettiler. Ona birtakım sıfatlar yakıştırarak halk nezdinde itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Onda bile ortaklaşamadılar. Çünkü yakıştırmaya çalıştıkları hiçbir sıfat ona yakışmıyordu. Sonunda içlerinde en akıllı gördükleri birine, Hz. Peygambere yakışacak en uygun sıfatı bulması ve böylece ortaklaşabilmeleri için onunla bir görüşme yapmasını önerdiler.
Görüşmeye giden kişi ile Hz. Peygamber arasında süren karşılıklı müzakere belli bir seviyeye ulaştığında söz konusu kişi Hz. Peygambere “ne olur sus artık! direncim kırıldı” diyerek, pes etti ve oradan ayrıldı. Arkadaşlarına da şu ibretamiz ikrarda bulundu:
“Muhammed’e kendi aramızda söz konusu ettiğimiz sıfatlardan hiçbirisi oturmuyor, onun konuştukları beşer sözü değil, gelin bundan vazgeçelim’’. Bunun üzerine sertleşen ortama karşı koyamadı ve yaklaştığı hakikati inkar ederek, ikna olduğu gerçekten caydı:
“Ben iyice düşündüm, o neden bir sihirbaz olmasın? Çünkü onun, babayla oğulun, kardeşle kardeşin, karıyla kocanın arasını açtığını, onları birbirinden ayırdığını duydum ve onun mutlaka bir sihirbaz olduğuna karar verdim”. Bu sözü Mekke’de yaydılar. Bunu duyan halk; “Muhammed sihirbazdır” diye bağırmaya başladı. Rasulullah (sav), bu söylenenleri duyunca üzüntü içerisinde eve döndü ve elbisesinin içine büzülerek yattı. Bunun üzerine Müddessir Suresinin sarsıcı ayetleri inmeye başladı:
“O, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti! Sonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. “Bu” dedi, “Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.” (Müddessir:18-30)
Evet, işte toplumsal ayıplama ve dışlanma endişesi ve korkusu biz insanoğlunu değişim olgusundan uzaklaştırıyor. Öyle bir korku ve endişe ki, gözlerimizi, kulaklarımızı, idrakimizi gördüklerimiz, duyduklarımız, idrak ettiklerimiz karşısında dayanamayıp yenik düşebiliriz diye dış dünyaya kapatıyoruz… Bizim hakkımızda ne derler, hangi sıfatları yakıştırırlar diye endişe ediyoruz. Sonuçta da inanmadığımız bir anlayışa kendimizi mahkûm hissediyoruz.
Bir birey olarak bugüne kadar içinde yaşadığımız cemiyetten, çevreden, belki aileden bile dışlanma endişesi ile uzak durduğumuz bu değişim olgusunun sonuçları ne kadar ağır olsa da vicdanen huzurlu bir hayat sürmek gibi bir getirisinin olduğu aşikardır.
Halbuki insanoğlunun bütün yaşamsal mücadelesinin hülasası hakikat arayışıdır. Burada sınır yoktur, gözlerin ulaşabildiği her menzile vardığınızda ufukta görünen yeni menzillere kulaç atarsınız.
Onun için insan atalarından, büyüklerinden, önderlerinden, hocalarından edindiklerini mutlaka yeniden gözden geçirmelidir. Tabiatı gereği eksik, kusurlu olan insan neslinin en mükemmel örneği Peygamber bile zelle nispetinde yanlış izah, kanaat arzında bulunmuştur. Onun bizden farkı, bizim için örnek, öncü paratoner olduğu için Allah Onu daima tashih etmiştir. Bizim böyle bir ayrıcalığımız olmadığından mutlaka analitik, soyutlamalı bir yaklaşımla bugüne kadar edindiğimiz müktesebatı, tutum ve davranışlarımızı, onlara kaynaklık eden bilgileri ve kabulleri kontrol edip değişim sürecinin kapısını açık bulundurmamız gerekir.
Bu anlamda müslüman bir birey olarak bana “muhafazakarlık” etiketinin yapıştırılmasına rıza göstermiyorum. Evet, kastedilen anlamda muhafazakâr değilim. Kendi bireysel inşa ameliyemde başkalarının ayıplamaları, kınamaları, dışlamaları endişesi yerine hakikat bilgisine ulaşmanın ve vardığım her durakta kendimi yeniden inşa etmenin heyecan ve enerjisini yaşarım. İnsanı hayata tutunduran, canlılık, dinamizm kazandıran ve yenileyen bir süreçtir bu. Onun için muhafazakarlık adına değişime pranga vurmayalım. İdrak dünyamızı değişime açık tutalım. Daha iyiye, doğruya ve güzele ulaşmak için çabalarımızı son nefesimize dek sürdürmek dileğiyle…