İnsanlık bir ahlak buhranı yaşıyor ama müslümanları ilgilendiren yönü üzerinde daha fazla düşünülmesi ve imal-i fikr edilmesi gerekiyor. Türkiye toplumu olarak son 20-30 yıldır yaşadıklarımız ise, ayrıntılı bir laboratuvar incelemesini gerektiriyor.
Geçen günlerde bir taziye ziyaretinde karşılaştığım bir tablo bu konudaki hissiyatımın daha da depreşmesine vesile oldu. Ziyarete gelen bir iki mütedeyyin aile vardı. Söz döndü dolaştı Filistin meselesine ve ondan da müslümanların bugün içinde bulundukları meskenet haline geldi.
Türkiye toplumu özelinde konuşurken o insanların hilafı hakikat beyanlarda bulunurken nasıl zorlandıklarına şahitlik ettim. Söylediklerine kendilerinin de inanmadıkları gözlerini sık sık kırpmalarından, muhatabın gözüne bakmaktan kaçınmalarından anlaşılabiliyordu. Gerçekten bir insan için en zor durum, inanmadığı veya en azından şüphe duyduğu bir vakayı doğruymuş gibi nakletmek zorunda kalmasıdır. Sırf mevcut siyasi iktidarı savunma ve koruma güdüsüyle hakikati tam olarak söyleyememek veya tersyüz etmeye çalışmak gerçekten zor bir ameliye.
Şahsa şöyle bir soru sordum: 28 Şubat’ta birtakım mağduriyetler yaşadınız ama sizlere reva görülen zulme karşı ayağa kalktınız, itiraz ettiniz. En azından bir protesto ve itiraz özgürlüğünüz vardı. Haksızlıklara, hukuksuzluklara tepki verme anlamında şartlar o günlerde mi daha iyiydi yoksa şimdi mi? Bu anlamda inancınızı test edebiliyor musunuz?
Tereddütsüz “evet” diye cevap veriyor. “O günkü kadar dirençli değiliz, zayıfladık” diyor.
Hemen arkasından ikinci suali soruyorum: Bugün belli kesimlere zulmediliyor mu? Cevabı: Evet, çevremizde, akrabalarımızdan bile mazlum oldukları halde zulme maruz kalanlar var.
Üçüncü soru: Peki, akrabaları, komşuları, dindaşları, vatandaşları olarak bu zulme sesinizi çıkarttınız mı, tepki verdiniz mi?
Cevabı: Hayır!
Soru: Neden?
Cevap: Nasıl tepki verebiliriz? Bize de bir kulp takarlar diye korkuyoruz, çekiniyoruz.
Soru: Bakın kendiniz itiraf ediyorsunuz: “Bu dönemde de zulüm işleniyor ama bizler sesimizi çıkartmaktan korkuyoruz” diyorsunuz. Peki, adaletle muamele etmeyen, güven telkin etmeyen bir iktidarın arkasında niye duruyorsunuz? 28 Şubat’ta bile her yerde gösteriler yapıyordunuz, zulme itiraz ediyordunuz, bugün onu bile yapmaktan korktuğunuz halde bunu vicdanınıza nasıl kabul ettiriyorsunuz? Bu durum size bir hakikati anlatmıyor mu? Akli muhakemelerinizle bu hakikate varamıyor musunuz?
Her zamanki gibi hakikat karşısında dirençleri kırıldığında sığındıkları çaresizlik; “Peki söyleyin, AKP’den başka alternatifimiz mi var?”
Cevabım: Öncelikle yanlış, haksız, zalimce olana itiraz etme niyeti ve cesaretine sahip olup olmadığınızı düşünmelisiniz. Hiçbir şartta zulmü desteklemenin mazereti olamaz. Ayrıca siz kendinizi alternatifsizliğe mahkum ederseniz, daha iyisini, daha hayırlısını bulma arayışı içerisine girmezseniz, nasıl karşılaşacaksınız, nasıl bulacaksınız?” Unutmayın, “bulanlar arayanlardır.”
Sohbetin sonlarına doğru acziyetlerini, çaresizliklerini itiraf ettiler. Ama biliyorum ki, yarın aynı şeyleri söylemeye ve yapmaya devam edecekler.
Bu anlattığım kısa diyalog aslında üç aşağı beş yukarı muhafazakar mahallenin içinde debelendiği sosyal travmayı izah ediyor.
Bugün mevzunun ilgililerinin tartıştığı husus, bu ahlaki çözülüşün yukarıdan aşağıya mı, yoksa aşağıdan yukarıya mı sirayet ettiği sorusudur.
Elbette müslümanların kahir çoğunluğunun tutunduğu gerekçe, Hz. Peygamberden rivayet edildiği iddia edilen hadistir; “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.” Yani, etkilenme aşağıdan yukarıyadır.
Halbuki muhaddisler, bu sözün ana hadis kaynaklarında yer almadığını, tali derecedeki hadis kaynaklarında geçtiğini ifade etmektedirler. Yani zayıf bir rivayete istinat ettiği görüşündeler.
Şahsi kanaatim ise, her iki cihetin etkileme kabiliyeti mümkün olmakla birlikte yukarıyı temsil eden siyasal erk etkileyici olarak daha baskındır. Hele hele müslümanların yönettikleri ülkelerde bu durum bariz bir şekilde ortadadır.
Alim ve şair Ebû Mansur es-Seâlibî de, “İnsanlar, başlarındaki hükümdarın temel doktrini ve inancı neyse ona meylederler. Onun görüşlerini referans olarak görürler. Onu taklit etmeye özen gösterirler.” demiştir.
Burada ifade edilmek istenen bir şartın, diğer şarta bağlı olmadığıdır. Elbette toplum değişimi talep eder ve yaşar. Bu değişimin içerisinde yönetici aktörler de bulunur. Değişirken, değiştirme ameliyesi…
İbni Haldun da “toplumların âdet ve müesseselerindeki değişmeyi meydana getiren sebeplerden birinin de devletin, hükümdarın (üst yapı kurumlarının) benimsediği ve aşıladığı zihniyet, politika ve değerler olduğunu ifade eder ve İslâm kaynaklarında sıkça tekrarlanan, “halk hükümdarının dini üzeredir” darbımeselini örnek verir”
İbn-i Haldun’nun bu tespitini biraz daha somuta indirgersek şu izahı yapmak mümkün: Yönetimler siyasal iklimi gelişmeye müsait hale getirirler, ülkenin toprağını adaletle, hikmetle yoğururlar, her türlü nebatatın neşvünema bulması için nadasa hazır hale getirirler. Ondan sonrası o toplumların ekip, biçmesine kalmıştır.
Tekrar başa dönersek sonuç olarak diyeceğim şudur: Mevcut iktidar hukuktan, insani erdemlerden uzaklaştıkça ve bu durumunu medya vasıtalarıyla örttükçe halk yığınları ne problemi tam olarak görebiliyor ve ne de tam olarak izah edebiliyor. Büyüyen insani travmanın karşısında halktan da güçlü bir talep gelmeyince sorunlar yumağı daha çok içinden çıkılmaz hale geliyor. Muhafazakar kesim de iktidarın bu yönlü provokasyonu ve motivasyonu ile “iktidar giderse tamamen biteriz” çaresizliğine ve acizliğine mahkum olmuş durumda. Bu acziyet ve çaresizlik içinde sırf iktidar baki kalsın diye inanmadıkları, itimat etmedikleri o kadar yanlışı savunmak durumunda kalıyorlar. Bu durum toplumu ahlaki anlamda müthiş bir çöküntüye uğratıyor.
Sözün özü: AKP iktidarı muhafazakar mahalle için büyük bir sınavdı ve önemli derecede kaybedildi. Şu anda şahit olduğumuz ise ahlaki anlamda büyük bir erozyon ve yozlaşmadır. Bu gidişi çevirmek zor görünse de ümitsizlik günahından kaçınmak, hayrın ve iyiliklerin çoğalmasına gayret etmek gibi bir vazifemiz var.
1 yorum
Karşıtlıklar koridorunda kalmak, çözüm değildir. karşıda kalmak olana karşı olmak çözüm değildir, karşıda olmak çatışmanın ve kaos kaynağı Olabilir . Ancak olanı yansız ve tarafsız anlamak ve içinde olmak çözüm getirebilir.