Kamu malına yönelik tasarrufla ilgili ilk motto cümle, zamanın Başbakanı S. Demirel’e aittir; “Verdimse ben verdim, ne olmuş?” Kaç yıl sonra yine dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan da şöyle diyecekti; “Ne istediler de vermedik?” Bu cümle her ne kadar o sırada ihtilafa düştükleri Gülenciler için söylenmişse de siz bilin ki, bütün cemaat ve tarikatlar için geçerliydi. Ve bu sadece Ak Parti iktidarlarıyla da sınırlı değildi. Demirel’in AP iktidarlarıyla başlayan, ANAP ile çığırından çıkan ve Ak Parti ile birlikte neredeyse devletle ortak bir pozisyona erişen gayri meşru birlikteliklerin sonucu, bugünkü yaşadıklarımızdır.
ANAP hükümetlerine kadar onca olumsuz şartlara rağmen Türkiye’deki İslami çevrenin kamu mallarına erişim anlamında harama bulaşmadıkları kanaatindeyim… İsteselerdi bile erişim imkanları yoktu. Devlet neredeyse onlara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyordu. Dolayısıyla onlar da mağduriyet / mahrumiyet psikolojisiyle dayanışma içerisine girip el emeği göz nuru helal kazançlarından biriktirdikleri sermayeleriyle faaliyet gösteriyorlardı. Dolayısıyla yapılarına kamu imkanları anlamında haram bulaşmamıştı. Bunun manevi bereketiyle ahlaklı, erdemli insanlar yetişiyordu o dergahlarda / ocaklarda… Onca dini, içtimai yanlış ve hataları sayılabilir ancak samimiydiler, hasbiydiler. Zaten bu toplulukların amacı da inançlı, hasbi, fedakar, ahlaklı, erdemli insan yetiştirmekti. Tarihsel olarak tasavvuf dergâhları, ahlaki anlamda birer olgunlaşma ocaklarıydı. Kim ne derse desin İslam dünyasında çok önemli görevler ifa etmişler. Emevi ve Abbasi zulmünün insanları yaşamaktan bezdirdiği bir dönemde İslamın safiyetini yaşamak ve yaşatmak konusunda olağanüstü çalışmalar/hizmetler yürütmüşlerdir. Örnek kişilikleriyle İslam’ın yayılmasına hizmet etmişlerdir.
Evet, ne olduysa ANAP hükümetleriyle başladı. Cemaatler kamu bürokrasisine taşınmaya başladılar. Haliyle kamu ile sıcak temas sağlanmıştı. O güne kadar kendi yağları ile kavrulan (veya öz kaynakları ile yetinen), önlerine konulan onca zorlukla ve engellemeyle mücadele ederek bir yere kadar getirdikleri hizmetlerinin bundan böyle kamu imkanlarının desteği ile götürülmesi fikri cazip gelmeye başlamıştı.
Artık, siyasal iktidar soruyor; “Ne ihtiyacınız varsa verelim; arazi, arsa tahsisi mi, belediye imkanları mı? Ne istiyorsanız?” Bu açık çek, şeytanın sağdan yaklaşımında olduğu gibi cazip geldi. Nefislerini de buna inandırmaya başladılar; “Ne yani, kendi nefsimize mi alıyoruz? Allah rızası; hayır hasenat işleri için alıyoruz.” Muhtemeldir ki, hiçbirisinin aklına, “Tamam da peki, bu aldıklarımız gerçekten helal mi? Milyonlarca insanın hakkı ve hukuku yok mu? Muhtemelen çoğu iş ve işlemleri merî mevzuatın gerekliklerine de uygun değildi. Gerçi Alev Alatlı’nın dediği gibi yasal kılıfa büründürülmüş onca haram edinim sayılabilir.
Bunları indi kanaatlerimle ifade etmiyorum; bizatihi tanıklık ettiğim, medyadan okuduklarım; emin kişilerden duyduklarım bu kanaatimi pekiştirdi.
Örnek mi istersiniz? En yakın zamanda kamuoyunda yoğun olarak konuşulan mevzu; Başkentgaz-Kızılay-Ensar vakfı üçgeninde dönen para. Bunun helal dairesi içerisinde izahı mümkün mü? 85 milyon insanın hak ve hukukları sözkonusudur. Malum, hayır, hasenat, infak, gönüllülüğe dayalı bir yardımlaşma ve dayanışma ameliyesidir. İnsanların rızasıyla verdikleridir, bağışladıklarıdır. İşi kılıfına uydurarak, ahlak sınırlarını aşındırarak yaparsanız bunun adı hayır olmaz ve helal de değildir.
Bunun dışında nice örnekler verilebilir. Bir misal daha; Uzun yıllar şu an halen mevcut iktidar ile yol arkadaşlığı eden Türkiye’nin sayılı vakıflarından birinde 1990’larda Vakıf Genel Müdürlüğü yapan bir arkadaşın hatıralarını dinleyince gerçekten ikrah ettim, öğürdüm. “Nasıl bu kadar harama tamah ederler ve bulaşırlar?” diye. Allem güllem işlerle kamu imkanlarının nasıl vakfa aktarıldığını; bazı yöneticilerin nasıl suistimaller yaptığını kalem kalem anlatıyordu…
Ben de bizatihi bir hususa tanıklık ettim. 1990’larda Müfettiş olarak bir kurumda soruşturma yürütüyoruz. O kurumun başındaki müdür benzer vakıflardan birisinin yönetim kurulu üyesi. O kurumda da farklı cemaat ve tarikatlara mensup personel var. Yaptığımız incelemede gördük ki, mevzubahis Müdür, maiyetindeki personele inisiyatif alanı açmış; “Bazı imkanları kendi cemaatinize/tarikatınıza kullandırabilirsiniz” diye… Onlar da ellerindeki imkanları tırtıklayarak aktarmışlar. Bunu tespit edince failleri ifadeye çağırdık; O gençlerin çoğu yaptığı fiilin ne anlama geldiğini gerçekten bilmiyorlardı. Bildikleri bir şey vardı; Bunu yapmakla “Allah’ın rızasını kazandıklarına” inandırılmışlardı. Hatta ifade esnasında birisi şu itirafta bulundu; “Tamam Müfettiş Bey, aldığımız menfaat şu kadar para. Onu da nefsimize değil, vakfın falan yerdeki okul inşaatının tamamlanması için harcadık.”
Evet, kamunun haram kapısı o zaman açılmıştı. Vakıflar, dernekler, dergahlar fütursuzca kamu imkanlarına hortumlarını uzattılar. ‘Ne koparabilirsek kardır’ hesabı yaptılar.
Peki, ya sonuç?
Daha önce kıt imkanlarla muazzam faaliyetler yürüten, edep ve ahlak sahibi bir neslin yetişmesi için insanüstü fedakarlıklarla yapan/yaşatan bu kurumların imkanları bir aşamadan sonra devasa boyutlara erişti. Dev binalara, okullara, ticarethanelere, medya kuruluşlarına sahip oldular. Bunun üzerinden yarıştılar. Ne hazindir ki, imkanları arttı ama o nispette de insan kalitesi düşmeye başladı.
Cemaat/tarikat ve diğer İslami toplulukların kamu imkanlarına ölçüsüzce, kuralsızca erişme imkanını buldukları dönem herhalde tartışmasız olarak ‘Ak Parti iktidarlarıdır’ diyebiliriz. Ve zaten bunu da dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan kendi beyanıyla itiraf etti; “Ne istediler de vermedik?” O İslami kesimin kelli felli adamlarından hiçbirisi de çıkıp; “Emanetinizdeki kamu imkanlarını, mallarını hangi ölçü ve kural içerisinde verdiniz?” diye soramadı.
Peki, bütün bu anlatımın sonunda sonuca gelelim; Belki yarım asır kendi kıt imkanlarıyla; zorluklarla, engellerle boğuşarak bugünlere getirdikleri hayır ve hizmetlerine kamu haramlarını bulaştırmakla o kazanımların hepsi kirlendi ve heder oldu. Haram virüsü bulaşmıştı artık ve en kötüsü de artık bünyede metastaz oluşturmuştu.
Dün yaşadıklarımız da, bugün yaşamaya devam ettiklerimiz de ağırlıklı olarak bu sürecin çıktılarıdır. Unutmayalım, hiçbir hadise sebeplerinden bağımsız değerlendirilemez. Her hadisenin tabi olduğu bir kanuniyeti var. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur. Haram bulaşan bir yapıdan hayırlı bir hizmet beklemeyin. Kendi elleriyle binbir zahmet ve fedakarlıkla inşa ettikleri yapının temellerine ‘dinamiti’ yerleştirmiş oluyorlardı.
Son olarak bir hatıra ile bitireyim; 1980’lerin sonu veya 90’ların başı idi. İslami çevrede hummalı bir ticari faaliyet vardı. Mevcut siyasi yönetim de teşvik ediyordu. Motto cümle şu idi; “Davaya hizmet güçle / parayla oluyor. Dolayısıyla ayakta kalmak için güçlü olmamız lazım…” Bu cümlenin yaygın olarak konuşulduğu bu dönemde bir İslami topluluğun toplantısına katılmıştım. Orada bir ilahiyatçı konferans veriyordu. Konuşmasının sonunda dinleyicilerine şu uyarıyı yapmıştı; “Bugün görüyorum ki, her biriniz hummalı olarak iktisadi faaliyetlerde bulunuyorsunuz ve diyorsunuz ki, ‘davaya hizmet için güce/paraya ihtiyaç var. Parayı kazanıp davamıza hizmet edeceğiz.’ Bakın arkadaşlar, şunu unutmayın; ‘Sizin en büyük zenginliğiniz ihlâsınızdır. Bugünlere sizi ihlâs sermayeniz getirdi. Korkarım ki, dünyanın malları ayağınıza serilir ama sizler öz sermayeniz olan ihlasınızı kaybedecek olursanız, dünyanın malları sizin olsa bile, bu hiçbir hayırlı faaliyetin yapı taşı olamaz!.. Bu yapıdan hayırlı bir hizmet üretilemez!..”
Ne yazık ki, hikmetin eseri olan o ifadenin sahibi haklı çıktı.
Evet, bu sürecin açık ara kaybedeni İslami cenahtır. Kim ne derse desin, niceliğe bakıp aldananlara söyleyecek tek cümle; ‘Niceliği bırakın, çoğunluklarla övünmeyin, gelin bakın niteliğe; dün ile bugünün hesabını yapıp kar ve zarar bilançosunu çıkarın. Bakalım sonuçta ne göreceksiniz?