İslam dünyasının tarihi korkunç, trajik vak’alarla dolu. Sadece “müslüman olduk” demekle “mü’min’’ olunmuyor.
Gelişmelerin müslümanların lehine tecelli ettiği ilk dönemlerde güçlünün yanında yer almak için Hz. Peygamber’e ittifak teklifinde bulunan guruplar olduğu gibi bazı bedevi toplulukları da “biz de iman ettik” diye beyanda bulunuyorlar. İşte bu esnada Allah, Peygamberini şöyle uyarıyor;
[Bedeviler “iman ettik!” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, lâkin “İslâm olduk (teslim olduk, boyun eğdik!” deyin. Zira iman henüz kalplerinize girmiş değildir…] (Hucurat:14)
Buradan anlıyoruz ki, “müslüman olduk” ikrarı sadece bir iddiadan ibarettir. Bu iddia kalben tasdik edildikten, amele/eyleme dönüştükten ve imanın tezahürleri kişinin üzerinde görüldükten sonra iddia olmaktan çıkar ve kişi mümin olarak kabul edilir.
Neden bu ayet ve böyle bir giriş?
Çünkü İslam dünyasındaki hadiselerin cereyan ediş şekline baktığımız zaman bazı tezahürlerin imanın esaslarıyla tenakuz teşkil ettiğini müşahede ediyoruz.
Bu mevzuu İmam Ebu Hanife üzerinden izah etmeye çalışacağım.
Hanefilik, günümüz İslâm dünyasında hem coğrafi açıdan hem de mensup sayısı bakımından en yaygın fıkıh mezhebi olma özelliğini sürdürmektedir. Türkiye’de de en yaygın olan mezhep hanefiliktir. Hanefiliğin mezhep imamı da Ebu Hanife’dir.
Daha önce İslam dünyasında bu kadar kişinin mezhep imamı olarak kabul ettiği Ebu Hanife’nin kişisel hayatı konusunda ne kadar az malumat sahibi olduğumuzu konu etmiştim.
Muhtemelen bu konuda sathi bir bilgiye sahibiz. Mesela Ebu Hanife neden Emevi ve Abbasi zindanlarında işkenceye maruz kaldı? O devletler Müslümanlar tarafından idare edilmiyor muydu? Her ikisi de müslümanların hükümranlığında değil miydi? Herhalde büyük çoğunluk bu soruma “evet” diyecektir. Peki, neden çağın en büyük alimini, hukukçusunu, adalet davetçisini zindanlara tıkıp, ölüme terk ettiler?
Onunla da kalmadılar, hakaret ettiler, tekfir ettiler. Hem de zamanının akil insanları tarafından…
Suçu neydi?
-Yönetenlere hakkı ve adaleti hatırlatmış,
-Yönetimin teklif ettiği kadılığı kabul etmemiş,
-Zalim yönetimlerin sofralarında kaşık sallamamıştı.
Peki onu tekfir etmelerinin sebebi neydi? “Ulu’l emr”e (emir sahiplerine) itaatsizlik etmek. Yani, akıllarınca zalim yönetimin emrine uymayı farz, uymamayı da isyan etmek olarak kabul ediyorlardı.
İyi de şu dilinize pelesenk ettiğiniz Hz. Ömer’in o meşhur ifadesi nerede kaldı: “Eğer istikametten ayrılırsam ne yaparsınız?” sualine karşılık arkadaşlarından aldığı cevap, “seni kılıçlarımızla düzeltiriz” olmuştu.
Ebu Hanife’nin kılıcı ilmin kılıcıydı, hukuk anlayışıydı. Emevi Hanedanın kadılık teklifini kabul etmediği gibi adalet anlayışına da reddiyeler, itirazlar yaptı.
Peki, neden o görevi kabul etmedi? O görevi kabul etseydi adil kararlar, fetvalar vermeyecek miydi? Yine verirdi. Fakat şu inceliği gözden kaçırmadı: Eğer kabul edecek olsaydı, ahali bu durumu zalim Emevi yönetiminin hukuk anlayışına olumlu bir referans olarak kabul edecek ve şöyle bir propaganda yapacaktı: “Eğer Emevi yönetimi zalim olsaydı Ebu Hanife gibi bir fakih / hukuk adamı bu görevi kabul etmezdi”. İşte Ebu Hanife’nin anlayışı Emevi hanedanına bu şansı vermedi. Ve ondan dolayı da zindana atıldı.
Bundan dolayı geri adım attı mı? Hayır! Emevilerin bütün tekliflerini, şantajlarını geri çevirdi. Siyasi yönetimin el değiştirmesi için mücadele etti. O sırada hareketlenen Abbas oğullarına destek verdi. Peygamberin soyundan geldikleri için olumlu bir yönetim pratiği icra edeceklerini umut ederek onları elinden geldiğince destekledi. Ancak ne yazık ki, Abbasi yönetimi de iktidara gelip, biraz iktidar nimetleriyle semirince onlar da azgınlaşıp zulmetmeye, rövanş almaya başladılar.
Bir gece Ümeyye Oğullarının (Emevi sülalesi) yaşadığı Şam yakınlarındaki bir yerleşim yerine baskın vererek binlerce erkeği kılıçtan geçirdiler. Bunu duyan Ebu Hanife tabir yerindeyse küplere bindi. Yönetime çok sert uyarıcı, ikaz edici bir mektup gönderdi. Abbasi Yönetimi mektuba cevap vermek yerine ona yine zindanın yolunu gösterdi. Bir rivayete göre zindanda zehirlendi ve orada şehit oldu.
Bu büyük alim son nefesine yakın zindan arkadaşlarına şu sarsıcı vasiyette bulunmuştu: “Şimdi benim cenazemi almaya gelecekler. Onlara şu vasiyetimi iletin; ‘Cenazemi alıp götürsünler gaspedilmemiş bir toprağa gömsünler.’ Allahualem bu sözü ile şunu kasttettiği kanaatindeyim; “Abbasi hilafetinin hüküm ferma ettiği topraklar gasp edilmiş topraklardır. Zulmün cari olduğu toprakların hepsi gaspedilmiş hükmündedir ve “adalet” rahmetiyle sulanmadıkça özgürleşemez”.
Şimdi yine soruyorum; bu devletler (Emevi ve Abbasi) müslüman devletler değil miydi? Onların yönetiminde İslam coğrafyasının alanı fetihlerle (!) genişlemedi mi? Her taraf camilerle donatılmadı mı? En azından görüntüde de olsa bugünkü iktidar mensuplarından daha çok dindar gözükmüyorlar mıydı? Peki o zaman çağının en büyük âlimini zindanlarda şehit eden bu yönetimlerin zulmünü veya bugün dindarlık iddiasındaki iktidar mensuplarının haksız, hukuksuz uygulamalarını meşru mu görmeliyiz?
Bir diğer soru şu olabilir: Siyasal yönetimdekilerin dindarlıklarının ölçüsü dini ritüelleri yerine getirmeleri mi yoksa yönettikleri halka adil muamelede bulunmaları mıdır? Büyük Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk’ün şu sözü zannımca soruyu kısa ve öz bir biçimde cevaplamaktadır: “Küfr ile abad olunur , zulm ile abad olunmaz”. Yani bir toplumun uzun çağlar boyunca saadet ve refah içinde ömür sürebilmesinin yolu zulümden uzak durmaktan geçer. Kendi koyduğu kurallara riayet etmeyen, güç sahibinin güçsüze zulmetmesinin yolunu kapatmayan devletlerin refaha ve huzura kavuşmasını beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Ezcümle “devletin dini adalettir”. İzlenmesi gereken yol, güç yettiğince adalete riayet ederek ilerlemek, devletin her kademesinde liyakat esasını gözetmektir. Müslüman toplumlar, aklın ve dinin gösterdiği yolun bu olduğuna ikna olmadıkça aydınlık bir şafağa ulaşmak zor görünüyor vesselam.
1 yorum
Allah (C.C.) razı olsun… Bu yazınızı paylaşımınızda okumuş, çok beğenmiştim… Yine okudum… Kaleminize, elinize, yüreğinize sağlık…