Bir önceki yazımda siyasetin iki temel problemi olan “tanınırlık / bilinirlik / popülarite” ve “siyasetin finansmanı”na vurgu yaparak; birincisini o yazıda işlemiştim. Bugünkü yazımda da belki ondan daha sıkıntılı, daha problemli olan “siyasetin finansmanı” konusu işleyeceğim.
Siyasetin finansmanı mevzuu Türkiye siyasetini enfekte eden en önemli problemlerden birisidir. Siyaset yapmak isteyenlerin önüne çekilen bir settir. Paran varsa siyaset yaparsın. Dolayısıyla toplumun namuslu, dürüst pek çok ferdi sırf bu nedenle siyasete dahil olamamıştır. O zaman da meydan kime kalıyor? Sermaye sahiplerine veya borç-harç bularak seçildikten sonra harcadıklarını kamu imkanları üzerinden yeniden devşirmek isteyen ahlak fukaralarına. İşin daha ilginç boyutu ise, bu ikbale yatırım yapanların büyük çoğunluğu da havadan para kazananlardır. Eski bir politikacının bizatihi bana söylediği; “Ben çocuklarımın rızkı ile siyaset yapmam.” Yani, tercümesi; ya havadan kazandığım bir kazanç olmalı veya hiçbir fedakarlıkta bulunmadan siyasal ikbale erişmek…
Türkiye’nin tüm siyasal unsurları bu hastalıklı malul ama en çok da, en fazla iktidar olma imkanı bulan sağ iktidarlardır. AP ile başlayan parti zenginleri, ANAP ve Doğruyol ile devam etmiş ve Ak Parti ile nirvanaya ulaşılmıştır.
Kısa ara dönemler hariç sağ iktidarlar döneminde memuriyet yaptım. Memuriyete de gözlerimi Maliye Bakanlığı’nda açtım. Ve öyle bir şubede görev yaptım ki, on yıllarca mevzusu konuşulan “hayali ihracat” şubesi. Resmi ifadeyle “İhracatta Vergi İadesi” ve o gün halk arasında konuşulan haliyle “hayali ihracat” 1980’lerin en büyük vurgun, soygun düzeniydi. Bugün çokça dillere pelesenk olan “beşli çete”nin benzeri o günlerde de vardı. Türedi zenginler oluşmuştu. Ülkenin hazine ambarlarına dadanmışlardı. İşte o dönemde de üç uzman kişi olarak idare adına mahkemelere savunmalar hazırlıyorduk; kamunun hakkını ve hukukunu korumak için çırpındık durduk.
Sonra akçeli iş ve işlemleri yoğun olan bir bakanlığa müfettiş olarak geçtim. Orada da benzeri şeyler yaşadım. Aradan yıllar geçti ve Ak Parti iktidar oldu. Dönemin bakanı 120 müfettiş arasından çevresindekilerin referansıyla beni Teftiş Kurulu Başkanı olarak göreve başlattı.
Teftiş Kurulu Başkanlığı maceram aynı zamanda bu iktidarın göreve geldiğindeki niyetini ortaya koyan önemli bir örnek. Dolayısıyla hikayemin bu kısmına dikkatle odaklanmanızı istirham ederim.
Göreve vekaleten başladım. Bir süre sonra sayın bakan kararnamemi yazarak başbakanlığa sevk etti. İşte ondan sonrası bugünümüzü anlamak açısından çok önemli. Benim kararnamem başbakanlıkta 1,5 yıla yakın bekletildi; Cumhurbaşkanlığı’na sevk edilmedi. O gün bazı kararnamelerin A. Necdet Sezer tarafından bekletildiğini veya onaylanmadığını hatırlayın. Belki de kararnamesi 1,5 yıl başbakanlıkta bekletilen tek bürokrattım. Sonradan öğrendiğim sebebi sizlerle paylaşmış olayım.
Meğer Ak Parti iktidarıyla birlikte özellikle İstanbul merkezli sermaye dukalığı iktidar imkanlarına göz dikmiş. Kamu kurumları içerisinde harcamaları en yüksek olan bakanlıklardan birisi olması hasebiyle birilerinin / bazılarının iştahını cezbetmiş ve dolayısıyla birtakım hesaplar yapılmış. Özellikle bakanlığın işletmesinde olan ve dünyanın en zengin termal sularına ve bitki örtüsüne sahip Yalova Termal Tesisleri ile medikal piyasasına girme arzusunda olan iktidara yakın bir gazetenin patronları devreye girmişler. Bu bakanlıkta rahat iş kotarabilmelerinin önündeki engelleri bertaraf etmeleri için baş başa verip kafa yormuşlar. İşte onlardan biri de Teftiş Kurulu. Fahrettin Dağlı’nın o makamda olması onlar için o günün şartlarında bir engeldi. Bu nedenle de beraber çalıştığım bakanın direncine karşı onlar da başbakanlıkta bariyer oluşturdular. Düşünebiliyor musunuz, bugün bazı hadiseler bir yeraltı mafyası aktörü tarafından faş edildikçe bu halk dönen bazı dolaplara vakıf oluyor.
Bazı yakın arkadaşlarım ve dostlarım da şahitlerdir ki, o gün onlara bu sürecin sonunun kötü olacağını haber veriyordum.
Sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde bugünkü iktidar aktörlerine yakın duran bir arkadaşım belediyecilikte kurdukları havuz sistemini bütün detaylarına varıncaya kadar anlattı. Belediye imkanları üzerinden bireylerin nasıl nemalandıklarını, ileride düşünülen siyaset için finans havuzunun nasıl oluşturulduğunu; bu havuza müteahhitlerin nasıl para akıttıklarını tek tek anlattı. Bugünlerde olanların küçük küçük denemelerinin gerçekleştiği yıllar. Yasallık kılıfına büründürülmüş haram edinimlerle inşa edilen bir siyasetten doğru bir çıktı çıkacağına inanmak çok saflık değilse zeka kıtlığı demektir.
ANAP döneminin DPT kökenli bürokratlarına da aynı hatırlatmada bulunmuştum; “Yapılmayan ihracatla ilgili naylon faturalar ve belgeler tanzim edilerek MB’ından yolsuz bir şekilde haksız kazanç temin etmek haramzadeliktir; onlara göz yuman bürokratlar da bu fiilin şerikleridir. Bundan dolayı bu ekonomi hiçbir zaman iflah olmaz.” Nitekim olmadı da…
Bu alışkanlık, bu kültür aynen AKP siyasetine de örneklik teşkil etti. Siyasetin finansmanı için çok büyük sermayeler gerekiyor. Muhtemelen AKP kurmaylarının kulağına fısıldanan da aynı şeydir; “Siyasette en güçlü silah sermayedir. Sermayenin satın almayacağı hiçbir şey yoktur. Onun için de kamunun imkanları üzerinden mutlaka bir finans havuzu oluşturulmalıdır!” Şimdi müşahedeyle anlıyoruz ki, tam da uymuşlar bu nasihate. Gerçekten de satın almadıkları medya, sermayedar, siyasetçi kalmadı. “Herkesin bir satın alma değeri var” klişe ifadesine de haklılık kazandırdılar.
Ama sonuç olarak ne Özal’ın ANAP’ı ve ne de Erdoğan’ın AKP’si bundan bir hayır görmedi; göremez de… Haram üzerine inşa edilen bina çürüktür; ufak bir sallantı ile yıkılır. ANAP ölmüş partiler kabristanına gömüldü; sıra AKP’de. Ancak öyle görünüyor ki, AKP giderken -Allah Muhafaza- beraberinde çoğu şeyi de götürecek.
Bürokrasi de görev yaparken de muhataplarıma ülkenin sonunun iyi gözükmediğini ihtar ve ikaz ediyordum. Zaten emekli olduktan sonra tüm mesaimi bu mücadeleye adadım.
Bu anlamda feryadıma, figanıma kulak verirler diye onlarca kanaat önderi saydığım kişilerin kapılarını çaldım, ülkeyi bekleyen tehlikeyi haber verdim. Ne yazık ki, dikkate değer bir karşılık bulamadım. Aslında “Anadolu Hak ve Adalet Hareketi’ni (AHAD)” o gün başlatmıştık. Elbette o günlerde Ak Parti yükselme trendindeydi ve dolayısıyla malumunuzdur ki, kimse bu süreçlerde güç ve iktidar sahiplerinin yanlışlarını ve kusurlarını görmek istemez. İşte o günde çevremdeki üç-beş yakın dostum dışında kimse yeterince anlamadı, algılamadı veya anlamak istemedi. Çünkü bazı gerçekler acıtıcıdır. Aradan yıllar geçti ve bugünkü hazin tablo ile karşılaştığımızda bazı dostların itirafına şahit oldum.
Bana söyledikleri o iki kelime: “HAKLI ÇIKTIN…”
20 yıllık uyarılarım ve ikazlarım karşılık buldu mu? Karşılık bulmasını arzu etmezdim ne yazık ki, benim tahminlerimi bile aşan bir yıkım gerçekleşti. Şimdi siz dostlarıma, arkadaşlarıma dönüyor ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. Yaklaşık 20 yıllık bir mücadelenin sonunda öngörülerimin, uyarılarımın, ikazlarımın, tenkitlerimin karşılık bulduğu bir gerçek mi? Herhalde beni tanıyan yakın dostlarım bu hakkı teslim edeceklerdir. Bir de 15 yıldır yazdıklarımın toplandığı https://fahrettindagli.com/ bloğumdaki yazılarım da şahidimdir. Düne ve bugüne dair onlarca problemle karşılaşan ve muhataplarına uyarılarda bulunan Fahrettin Dağlı’nın bugün bu göreve talip olmada hakkı yok mu?
“Mademki, haklı çıktım. Gerek ANAP ve gerekse AKP iktidarlarıyla ilgili öngörülerim doğru çıktı; o zaman bugün neden bana şu olumsuz soruyu soruyorsunuz; CB adaylığı ile ilgili finansı nasıl karşılayacaksınız?
Ben de karşılık olarak “Birkaç sermayedar destek sözü verdi; onlar finansa edecek” dersem cevabınız ne olur? Bana “Hayır Fahrettin Bey buna tenezzül etmeyin; bugün size kesenin ağzına açan yarın diyetini ister” demeniz lazım değil mi? Bir de “Paran yoksa alleme-i cihan da olsan bu göreve aday olamazsın” mı diyorsunuz? Eğer öyleyse oturup hep beraber kıyametimizi bekleyelim.
Son olarak şunu ifade edeyim; Çok şükür, benim bir siyasi hırsım yok. Bugünkü şartlar beni icbar ettiği için inisiyatif almak mecburiyetinde kaldım. Benim için ne kadar zor bir karar olduğunu bir ben, bir de Allah bilir. Bu kararı açıklayıncaya kadar uykularım kaçtı. Seçilip seçilmemek önemli değil. Nihayetinde herkes reyinde, tercihinde hürdür ve herkes bu tercihinin karşılığını görecek. Benimkisi ise, tarihe, yarınlara, ötelere bir mazeret bırakmak… Bu kadar…