12 Eylül sonrası partileşme sürecinde rahmetli Özal’ın, konjonktürel şartları fırsata çevirerek, farklı ideolojik eğilimleri bir araya getirip ANAP’ı (Anavatan Partisi) kurması kendisinden sonra çoğu siyasi aktörün umudu/hayali olmuştu. Bu durumu konjonktürel şartlardan bağımsız okuyanlar, dünkü şartların bugün aynı sonucu doğuracağı saikı ile Özal örneğine öykünmüşlerdi. Ve bu hevesle kalkan politik aktörlerin hemen hepsinin deneyimleri başarısızlıkla neticelendi. Çünkü o, birazda 12 Eylül rejiminin olağanüstü şartlarının getirdiği bir sonuçtu.
Nasıl mı?
12 EYLÜL REJİMİNİN OLAĞANÜSTÜ ŞARTLARI
12 Eylül öncesinin siyasetinde dört ana damar vardı; AP, CHP, MHP ve MSP. 6 Kasım 1983’te yapılan genel seçimlere ise sadece üç parti katılıyordu; Anavatan Partisi, Halkçı Parti ve Milliyetçi Demokrasi Partisi.
Bu partilerden Halkçı Parti CHP’nin tabanına talipti. Milliyetçi Demokrasi Partisi ise Adalet Partisinin ve diğer milliyetçi, muhafazakar tabanının oylarına talip olmak istedi ama 12 Eylül Rejiminin seçimler öncesi bu partiye açık desteği ve ayrıca ANAP adayları konusunda vetolarda bulunması, haliyle halktan ters tepki gördü.
Muhafazakâr, liberal ve kısmen sosyal demokrat kesim Özal’ın ANAP’ına yöneldi. ANAP’a yönelen bu teveccüh önemli ölçüde 12 Eylül rejimine zımni bir tepkiydi. MHP, MSP ve diğer sağ partilerin tabanları da başka bir alternatifleri olmadığı için tabii olarak ANAP’ı destekleme mecburiyetinde kaldılar. ANAP’ta, seçimlere giremeyen sağ kesimin kadrolarını kurucu yaparak ve aday göstererek kendi tarafını bu şekilde konsolide etti.
İhtilal komitesinin, başkanı asker kökenli olan Milliyetçi Demokrasi Partisine açık destek vermesi tepkisel olarak muhafazakar / merkez sağ oyları ANAP’ın arkasında topladı. Bir de demokrasiyi kesintiye uğratan ve ülkeyi üç yıl olağanüstü şartlarla idare eden askeri yönetime duyulan hoşnutsuzluğun bir neticesi olarak başında emekli de olsa bir askerin bulunduğu bir partiye yönetimi teslim etmek istemedi.
Yani, demek istediğim husus şu; 1983 Kasım Seçimleri olağanüstü şartlarda ve çok denklemli bir seçimdi. Dolayısıyla bu seçimlerden ANAP lehine çıkan sonucu, dört eğilimli parti içi ittifakın bir zaferi olarak görülmesi doğru ve isabetli olduğu kanaatinde değilim. Bir de muhtemelen aday göstermedeki isabet de bu sonucun doğmasını etkilemiştir.
Neden bugün bu konuyu gündeme getirme ihtiyacı duydum?
DÖRT EĞİLİM
Malum sağ cenahta yeni partiler kuruldu ve kurulma çalışmaları devam eden yeni parti hazırlıkları var. Bunlar da Özal’ın dört eğilimi bir araya getirme siyasetine öykünerek aynı eğilimleri (Dindar/muhafazakar, milliyetçi sağ, ılımlı sosyal demokrat, Aleviler, liberaller v.b.) temsil eden kişileri bulup kurucu yapıyorlar. Hatta bir arkadaş sözkonusu mevzuu biraz da tiye alarak, “falan parti yöneticileri, Bu eğilimleri temsil eden kimi bulursanız getirin kurucu üye yapalım.” diye espri yapmıştı. Tam olarak öyle olmamakla birlikte hakikat payı da var. “Öyle bir parti kompozisyonumuz olsun ki, bütün toplumsal kesimler fotoğrafa baktıklarında kendilerinden birilerini orada görsünler.” anlayışı hakim.
Bu anlayışın çok da doğru ve isabetli olduğu kanaatinde değilim. Aslında partiler, az çok aynı dünya görüşüne sahip kişilerin bir araya gelerek ülke adına besledikleri özlem ve iddialarını /ideallerini gerçekleştirme aracıdır/vasıtasıdır. Aslında normalde de öyle oluyor. Ana omurgayı belirli bir eğilim temsil ediliyor. Diğerleri de bir bakıma aksesuarı tamamlayan unsurlar oluyor. Bir defa bu durum eşitler arası bir ittifak değil. Çoğunluğun çeşni olarak aralarına serpiştirdiği bir yanılsama örneğidir.
BARAJSIZ ADİL BİR SEÇİM MEVZUATI
Acizane kanaatim o ki, bu deneyim çok da adil ve ahlaki değil. Demokrasiler temsil rejimleridir. Azınlıkların da iradelerinin dikkate alındığı rejimlerdir. Onun için bütün toplumsal kesimlerin kendilerini mecliste temsil edebilme kabiliyeti bulmaları demokrasinin de bir gereğidir. Bu da demokratik seçimlerin önündeki bütün barajların kaldırılması ve siyasetin finansmanı ile ilgili olarak adil bir yarışmaya sağlayacak düzenlemelerle mümkündür. Bugün siyaset kurumunun adalet dağıtmamasının en önemli sebeplerinden birisi de budur. Seçim barajları nedeniyle mecliste temsil edilme kabiliyetine erişemeyen toplumsal kesimlerin mecburi olarak yöneldikleri bir durumdur. Eğer barajlar kaldırılıp, siyasetin finansmanı ile ilgili adil bir düzenleme yapılmış olsa bunların hiçbirisine gerek duyulmayacak. Ve aynı zamanda bu durum parlamentoyu da özgür kılacaktır. İstenilen, arzu edilen iş birliği ve ittifaklar da parlamento çatısı altında gerçekleşecektir. Daha özgür ve daha hakkaniyetli olarak…
Bu ülkede yıllarca “temsilde adalet mi, yoksa istikrar mı” tartışmaları, müzakereleri yapıldı. Allah aşkına “adalet olmayınca istikrar nasıl olur?” Bunun doğru olduğunu savunabilecek bir akıl sahibi olur mu?
Sonuç olarak diyeceğim şu; Partileri veya siyasal gurupları mecliste temsillerinin önündeki engelleri, barajları kaldırın; dar bölge seçim sistemini getirin; insanların seçme iradeleri daha sağlıklı ve isabetli tecelli etsin. Hiç kimseyi de seçimler öncesi mecburi ve sağlıksız ittifaklar yapmaya da icbar etmeyin. İttifakların özgür iradelerle meclis içinde tahakkuk etmesine fırsat verelim…