Rahmet Peygamberi Örneği ve Bugünümüz

by Fahrettin Dağlı

İyi ile kötünün; hayır olanla şer olanın bu kadar birbirine karıştığı, yer değiştirdiği bir dönemi hatırlamıyorum. Toplum olarak tam bir alt üst olma hali yaşıyoruz. Muamelat hukukumuzda, vatandaş-devlet ilişkilerimizde güven iklimi önemli derecede aşınmış durumda. Vatandaşlar olarak gerek kamuya ve gerekse dışımızdaki insanlara itimat edemez olduk. Muhatap olduğumuz her insana ‘acaba içten pazarlıklı biri mi?’ diye tereddütle yaklaştığımız bir dönemdeyiz. Halkla, esnafla az çok alış-verişte bulunanlar, kamuyla işi olanlar bu duyguyu iyi tanırlar.

Ne yazık ki, tam aksi olması gerekirken bugün dindarlık iddiasında bulunanların yönetiminde bu duygu çoğumuzu etkisi altına almış durumda. Halbuki sevgili peygamberimizin peygamberliğinden önceki vasfı “eminlik”ti. Halk gönüllü olarak ona bu payeyi vermişti. Onun yaşadığı yurt bir barış, selamet diyarıydı. Daha kendisine nübüvvet gelmeden önce otuz beş yaşında iken “Haceru’l-Esved” taşının yerine konmasında insanların aralarını bularak kanlı bir çatışmanın önüne geçmişti. Medine’ye hicret ettiğinde ise Evs ve Hazreç kabileleri arasında yüz yıldır süren ve binlerce insanın ölümüne sebep olan savaşı sonlandırmış ve bu iki kabileyi kardeş ilan etmişti. Her türlü karanlığın hükümferma olduğu Mekke’yi barışçıl bir şekilde fethederek en azılı düşmanı, müşriklerin lideri Ebu Sufyan’ın evini “eman evi” (güven/selamet evi) ilan ederek büyük bir diplomatik başarı sağlamıştı. Fetihten sonraki gün “başlarına ne gelecek?” derdine düşmüş bulunan Mekke ahalisi toplanmış onun kararını beklerken Kâbe’ye girdi, sonra dışarı çıktı, ellerini Kâbe’nin kapısının her iki kanadına koyarak Mekkelilere bütün zamanların en erdemli söylemini icra etti.

‘Siz ne diyorsunuz? Sizin hakkınızda vereceğim hükmün ne olacağını düşünüyorsunuz?’ dedi. Onlar,

‘Sen merhametli bir kardeşsin, yumuşak ve merhametli bir amcanın oğlusun’ dediler. Mekkeliler bunu üç kez tekrarladılar. Hz. Peygamber de,

‘Ben size, Yusuf’un dediğini diyorum. Bugün sizin için herhangi bir kınama yoktur. Allah sizi bağışlar. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir’ dedi. Böylece Mekkeliler mescitten çıktılar. Sanki mezarlarından kalkıp haşre giden insanlar gibiydiler. Hepsi de İslâm’a girdiler.

Beni çok fazla etkileyen bir başka vakıa da şudur: İlk gün Hz. Peygamber Mekkeli erkeklerden biat aldı ve ertesi gün de kadınların gelmesini söyledi. Ebu Süfyan Hz. Peygamberin yanına vararak tereddüt içinde, “Ya Muhammed eşim Hind de gelsin mi?” diye mütereddid bir şekilde sordu çünkü Hind, Mekke muhalefetinin en azılı kadınlarından birisiydi. Peygamberin çok sevdiği amcası Hamza’nın göğsünü yararak ciğerini çiğneyen oydu.

Rahmet Peygamberi hiç tereddüt etmeden ‘gelsin’ dedi. Ebu Süfyan bu haberi eşi Hind’e ulaştırınca o, önce inanamadı, birkaç defa sorarak teyit aldı. En sonra haberin doğru olduğuna kanaat getirince şu hikmetli itirafta bulundu: “Benim nezdimde Muhammed bugün Peygamberliğini ispatlamıştır. Ancak Peygamberler bu erdemi gösterebilirler.”

Hz. Peygamber öyle bir kişilik ki, Hz. Ömer vakıasından bildiğimiz gibi, onu öldürmeye gidenler onda can bularak döndüler, onun ahlakını görenler hemen iman edip secdeye kapandılar.

Hz. Peygamber bu örnek davranışlarıyla, eylemleriyle kendisinden sonra geleceklerin bir daha eşine, benzerine rastlayamayacakları bir şahitlik bıraktı. İşte Peygamberin siyaset anlayışı nasıldı diye soranlara verilebilecek benzer yüzlerce örnek, hareket, davranış var. Bu anlamda eşsiz bir siyaset pratiği ortaya koydu.

Bugün İslam dünyası insanlığın serveri Hz. Muhammed’in (sav) rahmet ikliminden fersah fersah uzaklaşmış durumda.

Bu ülkede hakiki dindarlar çok zulümler yaşadılar, sabırla, metanetle direndiler, davalarından dönmediler. Elli yıllık bir mücadelenin sonucunda Allah gücü / iktidarı onlara verdi.

“…Biz (iyi ve kötü) günleri insanlar arasında döndürüp dolaştırıp dururuz ki bu, Allah’ın gerçek mü’minleri ortaya çıkarması ve sizlerden şahitler edinmesi içindir. Çünkü Allah zalimleri sevmez.” (Ali İmran 140)

Ayette ifade buyrulduğu gibi iktidar emaneti başkalarından alınıp bugüne kadar söylemde ve eylemde iddia sahibi olanlara tevdi edildi. Tabir caizse hal diliyle, “alın çoktan arzu ettiğiniz iktidarı bugün size emanet ediyorum.” der gibi…

Allah iltifatta bulunduğu, nimetlendirdiği kullarını sınava tabi tutar. Sünettullah böyle işler. Elbette müminin hayatında hiçbir şey güllük gülistanlık olmuyor, çetin sınavlardan geçiriliyor. Her nimetin bir külfeti vardır, o külfetlerle sınanmak mukadderdir. Zannım o ki, bugüne kadar çok az kişi bu sınavı başarıyla verdi, büyük çoğunluk kaybetti. Kur’an’da kıssaları anlatılan onlarca kavim gibi…

İşte Ak Parti kadrosunun fehmedemediği, idrak edemediği müthiş hakikat budur. İktidara bu gözle, bu akılla bakmak yerine kendilerinden öncekilerin kültürüne, ahlakına, geleneğine teslim oldular. İktidarları döneminde Emevi ve Abbasi halifelerinin yanlışlarını, hatalarını yüzlerine ifade etmekten korkmayan, çekinmeyen Ebu Hanife gibi çıplak uyarıcıları da yoktu. Muktedirlere hakkı ve adaleti hatırlatacak kimsemiz olmadığı gibi görevi ifa etmek makamında olduğunu umduklarımız da bizleri büyük hayal kırıklığına uğrattılar.

“Onların din adamları ve alimleri/bilginleri, onları günah söz söylemekten ve haram yemekten engellemeleri gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür.” (Maide:63)

Ak Parti iktidara geldiğinde önünde iki seçenek vardı. Ya kendilerinden önceki siyasi pratiği, geleneği sürdürmek veya ne pahasına olursa olsun Türkiye’de hak ve adaletin hükümferma olduğu yeni bir siyasi rejim inşa etmek. Aslında ikinci ihtimal onların gündemlerine hiç girmedi, böyle bir niyetleri hiç olmadı.

Tek öncelikleri, bugüne kadar iktidar nimetlerinden mahrum kalmış dindar muhafazakar kesime istihdam ve iktisadi zenginlik temin etmekti. Bugüne kadar kamu haramlarına karışmayan bu kesimi de türlü yolsuzluklara bulaştırdılar.

Halbuki bu camianın iktidarının önceliği bu mu olmalıydı? Tam aksine çevresindekilerden başlayarak bir toplumsal arınmayı hedeflemeli, insan, canlı ve cansız tüm varlığın hukukunu yeniden tanzim etmeli, herkesin doğuştan sahip olduğu ve geçmiş iktidarlar döneminde gasp edilmiş haklarını iade ederek bir restorasyon süreci başlatmalı değiller miydi?

Uzun süre iktidarda kalmakla, kaldığı sürece adil yöneticiler olmak tercihi karşısında hiç düşünmeden ikincisini tercih etmeliydiler. Ama ayaklarına gelen bu büyük nimeti teperek uzun süre iktidarda kalmayı, kaldıkları sürece iktidarın sağladığı nimetleri kendilerine ve yakınlarına dağıtmayı tercih ettiler. Yanlış yapa yapa yüreklerindeki lekeler çoğaldı, bir süre sonra kalplerini tamamen kararttılar, kendi lehlerine ve aleyhlerine olanları bile tefrik edemez hale geldiler. Gün geçtikçe Hz. Peygamberin risalet atmosferinden uzaklaşarak kendilerine bambaşka bir yol tuttular.

Lord Acton’ın “iktidar/güç bozar, mutlak iktidar/güç mutlaka bozar” ifadesiyle bugün Ak Parti iktidarı mutlak iktidar pozisyonunda. Allah muhafaza bunun İslami literatürdeki karşılığı, ilahlaşmadır. Her şeyi kendi nefsinden bilmedir. “Benim iktidarım, benim başbakanım, benim bakanım, benim genel müdürüm vs.” ifadeleri bu anlayışın birer tezahürleridir.

Hasılı gelecekte ulaşacakları büyük mükafatı çok az bir dünya menfaatine değiştirmiş durumdalar.

Bugün az çok ilgili olan ve dindarlıklarını muhafaza eden, iktidar imkanlarına tamah etmeyen samimi insanların görevi, bu yere düşmüş mahzun bayrağı kaldırıp, mevcut kötü imajın dinden kaynaklanmadığını, dindarlık iddiasındaki bir siyasi hizbin hakikatten kopmuş politikalarının bir sonucu olduğunu çoğunluktaki sessiz kitlelere ulaştırıp dini hakikatin üzerine düşmüş bu gölgeyi kaldırmak olmalı. Bu anlamda mümin olan herkese vacip derecesinde bir yükümlülük düşüyor.

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept