Sivil İtaatsizlik ve Ebu Hanife

by Fahrettin Dağlı

Sivil itaatsizlik, hukuka aykırı bir yasa ya da hükümet politikasına karşı ahlaki bir saikle gerçekleştirilen, kamu vicdanına çağrı niteliğinde açık ve şiddet içermeyen yasa ihlalidir. Direnme, geniş anlamıyla bireyin amir bir iradeden kendine yönelen bir tasarruf, baskı ve zorlamasına karşı hak ve özgürlüğünü korumak için çeşitli muhalefet biçimleriyle geliştirdiği savunma hareketidir.

Dolaylı ya da dolaysız her sivil itaatsizlik bir düşünce temeline sahip olması nedeniyle, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamına da girer. Burada amaç, bir yasanın ihlali değildir. Aksine bir haksızlığın, hukuka aykırı bir durumun giderilmesi için haksızlığa neden olan yasaya itaat edilmemektedir.

Sivil itaatsizlik, insan olmanın anlamıyla ilgilidir. “Bir yurttaş, vicdanını bir an için dahi olsa yasa koyucunun eline bırakmalı mıdır? Bırakmalıysa, neden bir vicdanı var?” Ya da “evrensel ahlaki değerler ve ilahî-fıtrî haklar bir an olsun siyasal güce devredilecekse, bunların ilahî, tabiî ve evrensel olmasının anlamı nedir?” Bir kuralı adil yapan siyasi güce aidiyeti mi yoksa belli kıstaslara uygunluğu mudur? Siyasi iradenin “yasal” olarak nitelediği tasarruflar ile “ahlaki-hukukî ilkeler” çeliştiğinde, doğruya olan bağlılığımız nasıl bir rol oynamalıdır?

Sivil itaatsizliğin temelinde “yasal” ile “meşru / hukukî” ayrımı vardır. Siyasi güç, iradesini yasa hâline getirebilir. Ahlâk ve hukukun evrensel esas ve normlarından ayrılan, insan hakları ile çelişen bir politikayı kanunlaştırabilir. Bu durumda yasadan ve yasaya uygunluktan söz edilebilse de gerçek anlamda hukuktan ve hukukilikten söz edilemez. Bu ayrım noktasında sivil itaatsizlik, yasanın çiğnenmesidir ama meşrudur.

İslam açısından sivil itaatsizlik kavramı İslâm’ın gerek insan haklarına gerekse siyasî otoriteye bakışının ortaya konmasıyla belirir.

Meselenin İslam açısından karşılığının ne olduğunu anlamak için Peygamber ve ondan sonra gelen dört halife dönemindeki uygulama örneklerine bakmak lazım.

Mesela müslümanların Kâbe’de ibadet etmeleri fiilî olarak yasaktı. Ancak Hz. Ömer’in İslam’ı kabulünden sonra Müslümanlar, bu yasağı çiğnediler; topluca ve alenî olarak Kâbe’ye gitmek için yürüdüler, kendilerine yöneltilen şiddete de karşılık vermediler. Dinî saikle gerçekleştirilen bu hareketin sivil itaatsizlik olarak nitelenmesi mümkündür.

Hz. Peygamber, “…Allah’a isyanda (kula) itaat yoktur, itaat marufadır!” demiştir.

Kur’an, insanı haksızlık etmemesi için uyardığı gibi, başkalarının haklarını ihlal edenlere destek olmaması, dolayısıyla, hukuka aykırı yasa ve politikalara uymaması için de uyarır ve bunu bir görev sayar:

“Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, nefsinin kötü arzusuna uymuş ve işi hep aşırılık olan kimseye uyma.” (Kehf:28)

“Islah etmeyip yeryüzünde bozgunculuk yapan müsriflerin (haddi aşanların) emrine itaat etmeyin.” (Şuara:152)

Kur’an’ın bu direktifi, devletin meşruiyet zemini ve varlık sebebini kaybettiği durumlarda, itaatsizlik ve direnme hakkını göstermektedir. “…Zalimler ahdime erişemez.” (Bakara:124) ayeti de zulmün başladığı yerde itaatin biteceğine işaret eder. Doğrusu, zalimlerin ve bozguncuların emrine uymama, ilahî-tabiî bir haktır. Fakat bunun siyasî sistem ve kanun açısından güvenceye alınmasında, Müslümanların başarıya ulaştıkları söylenemez.

Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Yaratıcıya isyanda yaratılana itaat yoktur.” ve yine en yakın dostu Ebu Bekir’in halife olduktan sonraki konuşmasında da geçen “Sizinle ilgili konularda Allah’a itaat ettiğim sürece bana itaat edin. İsyan edersem, bana itaat borcunuz yoktur.” ifadesi de mevzuyla ilgili dikkate şayan beyanlardır.

Hannah Arendt’e göre “totaliter rejimlerde insandan beklenebilecek tek şey, kötülüğün ortağı olmamak, bu anlamda kamusal alandan çekilmektir.”

Arendt’in bu önermesi İslâm tarihinde Ebu Hanife örneğine denk gelmektedir. Ebu Hanife, yargıçlık görevini reddederken gerçek anlamda meşru görmediği için siyasal iktidarın iradesine karşı çıkıyordu. Ancak bu karşı duruş, siyasal iktidarın düşürülmesi ya da sistemin değiştirilmesine yönelik bir girişim de değildi.

Emevîler döneminde, vali İbn Hubeyre Irak’ın fakihlerini toplayıp, Emevî idaresinden görev almalarını isteyerek Emevi devletine bağlılıklarını öğrenmek istemiş, Ebu Hanife bu teklifi kesin bir dille reddettiği için hapse atılmış ve işkence görmüştür. O, bir yandan maruz kaldığı işkence diğer yandan aracıların ricasına karşın yine de tavrını sürdürmüştür. Daha sonra Abbasî sultanı Mansur’un en azından kazaî hükümleri inceleyip doğru olup olmadığını bildirmesine ilişkin kadılık teklifini reddettiği için hapsedilmiş ve işkence görmüştür. Onun Mansur ve taraftarları için, “Onlar, bir mescit inşa etmeye karar verseler de benden kerpiçlerini hesaplamamı isteselerdi, yapmazdım.” dediği kaydedilir.

“Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, artık onlara yapılacak bir şey yoktur. Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere ceza vardır.” (Şura:41-42)

Siyasal iktidarın varlık nedeni, iyiliği emir ve kötülükten nehy ilkesinin yaptırımlarla gerçekleştirilmesidir ve aynı ilke, hukuk ve adaletten ayrılan iktidara karşı da kullanılır.

İmam Ebu Hanife içtihatlarını hürriyet esası üzerine kurmuş ve hiçbir meselede görüşlerine bir sınırlama ve şart koşmamıştır. “Alimler peygamberlerin varisleridir” müjdesine nail olmak için zindanlarda çürümek pahasına da olsa Peygamberin ikliminden ayrılmamıştır. Bugün müslümanların önemli bir çoğunluğunun halen onu mezhep imamları olarak bilmeleri onun dünyada yaşadığı hayatın bugünlere yansımasıdır.

Benzer vesilelerle şu hususu hep tekrarlıyorum: Alimler, aydınlar, tabiatları gereği iktidarlardan, güç ve servet sahiplerinden uzak durmalıdırlar. Çünkü her iktidar az veya çok zulüm işler. Allah Hud Suresi 113. Ayetinde, “Zulme meyletmeyin aksi taktirde ateş dokunur” diye kullarını uyarmıştır. Dolayısıyla Ebu Hanife’de bu hakikat muvacehesinde hem Emevi ve hem de Abbasi yönetimine muhalefet etmiştir ve bir bakıma bir sivil itaatsizlik örneği ortaya koymuştur. Ne yazık ki, bu kutlu duruş arkadan gelenler tarafından hakkıyla sürdürülememiştir.

İslam devletleri olarak anılan Emevi ve Abbasi hanedanları döneminde İslam’ın medarı iftiharı olarak kabul edilen Ebu Hanife asi / terörist olarak görülmüş ve zindana tıkılmıştır. Ölüm döşeğinde bıraktığı hikmetli vasiyetle “hürriyetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu” bir daha hatırlatmıştır.

“Naaşımı almaya gelenlere vasiyetimdir: Cenazemi alıp götürsünler, gasp edilmemiş bir toprağa gömsünler.”

Büyük imam, adeta bir metaforla şunu demek istemiştir: Yaşamımda hürriyeti teneffüs etmedim, bari cenazem hürriyet ikliminin hükümferma olduğu bir toprağa gömülsün.”

Bugüne dair mesaj nedir? Alimlerin / aydınların / münevverlerin iktidarlara, güç ve servet sahiplerine mesafeli durmaları, hak ve hukuk söz konusu olunca cesurca uyarı ve ikazlarda bulunmaları, karşılık almadıkları zamanlarda ise direnme haklarını (sivil itaatsizlik) kullanmaları ve gerekiyorsa ilimlerinin zekatını ödemeleri, yani karşılığı zindan olsa da onu göze almaları gerekir. İlmin hakkı ancak bu şekilde verilebilir.

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept