Son zamanlarda din anlayışının ve tatbikatının, cemiyet hayati içerisindeki muamelata yansıyan biçimlerinden hareketle açık veya zımni olarak dinin kendisine yönelik olumsuz yargıların konuşulduğuna, yazıldığına tanıklık etmekteyiz. Bunların az bir kısmının iyi niyete dayalı sorgulamalar; diğer çoğunluğun ise siyasi konjonktürün getirmiş olduğu olumsuz sonuçlardan hareketle dini itibarsızlaştırma; sorunun Müslüman toplumda değil, dinin kendisinde olduğu düşüncesini, fikrini yaygın bir kanaat olarak işlenmesine gayret ettiklerini müşahede etmekteyim.
Bir Müslüman olarak dinde bir eksiklik olmadığını, dinin Kur’an ve Hz. Peygamberin risaletiyle tamamlandığına şüphesiz iman edenlerdenim. Dolayısıyla mümin insan için sorun dinde değil; Müslümanlık iddiasında bulunan kişilerdedir. Kişinin Müslümanlık adına tatbik ettiği de, sadece kendi anlayışı ve idrakidir; dinin kendisini veya bir başkasını bağlamaz. Bu düşünce ve eylemler İslami olabileceği gibi; olmayabilirde. Dolayısıyla şöyle bir yargıda bulunma hakkımız da yoktur; “İslam bunların yaşadığıdır veya değildir.” Dini, kişi ve topluluklar üzerinden bir sorgulamaya tabi tutarak şöyledir veya böyledir diye bir yargıda bulunamayız.
Hz. Peygamberle birlikte vahiy kesilmiştir. Artık bundan sonra Peygamber gelmeyeceğine göre vahiy de gelmeyecektir. Rasulullah yaşarken Müslümanların karşılaştığı problemler vahiyle çözülüyordu. Veya Hz. Peygambere danışılarak işler görülüyor, problemler çözülüyordu. Vahiy kesildikten ve Peygamber vefat ettikten sonra insanların hayata dair problemleri bitti mi? Tabi ki hayır! Hatta çoğaldı. Çünkü ihtilaflar arttı. İnsanlar vahiy ve yaşanmış risaletin ışığında problemlerine cevap ararken farklı çözümlemelerden farklı sonuçlara ulaşmaya başladılar. Bundan böyle hiçbirisinin görüşü vahiyle tasdik görmeyecektir.
Hz. Peygamberin sağlığında bile bir ihtilaf vuku bulduğunda Allah vahiyle duruma müdahil olur, ileri sürülen görüşlerden birisini tasdik ederdi. Hatta rivayet edilir ki, Kur’an’ın üç yerinde Hz. Ömer’in görüşü/kavli tasdik görmüştür. Muhtemelen bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber, “Benden sonra Peygamber gelecek olsaydı herhalde bu kişi Ömer olurdu” diye ifade buyurmuştur.
Peygamberin irtihalinden sonra doğal olarak ihtilaf alanları oluşmuştur. Yer yer açıkça veya zımni bir şekilde dinin dışına çıkılmıştır. Hadis alanı tahrifata açık hale getirilmiştir. Özellikle Emeviler döneminde Emevi saltanatının zulüm rejimini meşrulaştırmaya yönelik Kûfede hadis üretim merkezlerinin kurulduğu rivayet edilmektedir.
İslam tarihi, bu netameli hadiselerin yaşandığına tanıklık etmiştir. İnsanoğlunun ihtilafı, Adem’in oğullarıyla başlamış ve insanlık var oldukça da devam edecektir. Hiçbir insan ve kavim de bu imtihandan muaf tutulmamıştır.
Meselelere farklı zaviyelerden bakmak ve yorumlamak yine insani/fıtri bir gerçekliktir. Onun için de Hz. Peygamber “müminlerin ihtilafında rahmet vardır” diye ifade buyurmuştur. İyi niyete dayalı düşünsel ve fikri farklılıklar zarar değil, rahmet vesilesidir. Düşüncenin ve fikrin olgunlaşmasına sebeptir. Farklı düşüncenin, fikirlerin yasaklandığı coğrafyalarda rahmet ve bereket olmaz. Onun için “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar” denilmiştir.
Bugünümüzde de, dünkü gibi farklı İslami anlayışların olduğu bir gerçek. Hz. Peygamberin irtihalinden sonra başlayan iyi veya kötü niyete dayalı ihtilaflar hükmünü sürdürmektedir. Bunu çok yadırgamıyorum. İslam’ın menşei ilahidir; bunda şüphe yok; ancak anlaşılması, yorumlanması, tefsiri, beşeridir.
Kur’an’ın zamanlar üstü evrensel mesajı her dönemde yaşayan insanlar için farklı yorumlanabilir; farklı anlaşılmalar sözkonusu olabilir. Bu da dinin doğasında olan gerçekliktir. Eğer din, bu dinamizme sahip olmamış olsaydı, dini düşünce belli bir zamana haps olur ve orada donardı. Evrensel/zamanlar üstü olma iddiasını da kaybederdi. Bu bir tarihselci bakış tarzı değildir. Sadece gelişmiş aklın getirdiği yeni çözümlemeler ve bilinç sıçramalarıdır. Akıl da, Allah’ın bir vahyi ve Kur’an’ın anlaşılmasında birincil derecede kaynaklar arasında olduğuna göre bundan böyle Rahmetli Akif’in dediğini diyeceğiz;
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
Bugün çağımız müslümanlarının en önemli problemi, akıldan ve idrakten kaçıp, geçmiş zamanlara mahkum olmalarıdır. Bundan böyle Peygamber gelmeyeceğine göre değişen şartlara uygun bir dünya ve hayat tasavvurunu yine Kur’anın ve yaşatılan pratiğin ışığında akli sorgulamalarla ulaşabiliriz. Aksi taktirde dünyadan koparız ve İslam’ın iddiası olan dünya insanlığını İslam ile buluşturma ve tanıştırma imkanından da mahrum kalırız. Buda İslam’a yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
Problemimiz vahiy-risalet-akıl dengesini kuramamamız olduğuna göre bugün bütün gayreti ve fedakarlığı buna teksif etme mecburiyetindeyiz demektir. Bir defa bu kabul ile işe başlamak icap eder. İşte bugün ne yazık ki, bu kollektif Müslüman aklından mahrumuz. Bireysel ve cemaatsel gayretlerin ötesine geçemeyen ve bir türlü geleneği aşamayan bir tabloya mahkum durumdayız. Onun için de 72 fırkanın birbirinden farklı anlayış ve idrakleri sözkonusu olmaktadır. Bu farklılıkların oluşturduğu damarlar, birbirini beslemek yerine çoğu zaman birbirini tahrip etmektedirler. Ayrıca bu 72 fırka metaforu da, Allahüalem çokluktan kesrettir ( fikri ihtilafların çokluğu). Bu çoklu damarlardan sadece birisinin hakikat üzere olacağı haberi verilmiştir. Bu fırkanın da öyle zannedildiği ve konuşulduğu gibi bir cemaat/cemiyet/topluluk için değil, daha ziyade birey olarak teke tek bazı muvahhit insanların kastedildiği kanaatindeyim.
Haliyle iyi veya kötü niyetli olarak insanlar şunu sorguluyorlar;
“Kimin Müslümanlığı doğru?” Veya daha çok konuşulan ifadeyle; hangi fırkanın İslami anlayışı ve pratiği doğru?
Öyle ya, bir mevzuu anlatırken birisi çıkıp soruyor;
“Ama falan kişiler İslam’la ilgili mevzularda sizin gibi düşünmüyorlar.”
Bizim de cevabımız şu olabiliyor;
“Onların İslam anlayışı ve tatbikatı doğru değil.”
Ve soru sahibi sorusunu yeniliyor; “Onlar da sizin anlayışınızın doğru olmadığını iddia ediyorlar. O halde hanginize inanalım?”
Dediğim gibi, bu soru sahibi iyi veya kötü niyet üzere olabilir. Her iki görüşü de mahkum edip sonunda, “Aslında ikinizinki de yanlış; Çünkü sonuçta inandığınız din yanlış” diyebilirler/diyebiliyorlar.
Elbette, böyle bir çıkarımın ilmi ve ahlaki bir değeri yoktur. Yazımızın başlığında ifade ettiğim gibi, dinin kendisi ilahi kaynaklıdır; ancak anlaşılması, idrak edilmesi ve tatbikatı beşeridir. Her beşeri inanç ve uygulama, bünyesinde yanlışlar barındırabilir. Onun için din bilginlerinden birisi, kendi görüşünü ifade ederken şu nezaketi ve hassasiyeti elden bırakmıyor; “Benim düşüncem / kanaatim / tefsirim / içtihadım yanlış olması muhtemel olan doğrulardır (yani, her zaman için yanlışlanabilir).”
Ayetleri, bugün direk bize inen vahiyler olarak anlayacaksak, -ki öyle almamız icap ediyor- bugünkü gelişmiş akılla anlamamız, idrak etmemiz ve yorumlamamız gerekiyor. Herkesin aynı şekilde anlamasını ve idrak etmesini de beklememek lazım. “Rahmet olan ihtilafın”, farklı fikirleri cem ederek ortaya kemal gerçekliği çıkarabileceğini ihmal etmememiz iktiza eder. Farklı düşünce, analiz ve yorumları, zararlı birer düşünce olarak değil, istifade edilmesi gereken bir zenginlik olarak almalıyız. Bugün bunu başaramadığımız için nefsi çatışmalara tanıklık etmekteyiz. Bugün bunu başaramadığımız için İslam dünyası param parça… Onun için de, ihtilaf mevzuları rahmet yerine zulüm üretiyor.
Bu mevzuda kalem oynatırken şunu da ifade edemeden geçemeyeceğim; az çok İslami bilgiye sahip Müslümanların da aynı yanlışa düştüklerini hayretle ve biraz da kızgınlıkla izliyorum; İslam tarihini sorguluyorsun; kendine göre indi kanaatler oluşturuyorsun; hüküm cümleleri kuruyorsun; allame kesiliyorsun. Burada size söylenecek olan şudur:
-Açık sözlü olunuz! Yanlışın, dinin kendisin de mi olduğunu iddia ediyorsunuz? O zaman bu tartışmayı burada bitirelim. “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”.
-İkincisi, Yanlış Hz. Peygamberde mi? O zaman buyurunuz o günün Mekke ve Medine’sine gidiniz, Hz. Peygamberin nerede yanlış yaptığını, doğru olanın ne olduğunu cesurca söyleyeniz!
-Üçüncüsü, Hata, Hz. Peygamberden sonra gelen halifelerde mi veya daha genelde Müslümanlarda mı?
İşte bu soru önemli; hiçbir kompleks duymadan bu sorunun cevabı “evet” olabilir. Çünkü onlar da senin, benim gibi insandılar. Onlar Hz. Peygamberin tedrisatında bulundular ama neticede sizin, bizim gibi insanlardı. Yanlış ve eksik bir kavrayışa, anlayışa da sahip olmuş olabilirler. Yanlış işler yaptıklarına kanaat getiriyorsanız, buyurunuz o zaman siz doğru alanı söyleyin ve onu seslendirin. Allah’ın, Kur’an ve Hz. Peygamber vasıtasıyla bildirdiği dinin kendisine itirazın yoksa diğerleri hususunda sorgulama yaparken kendini de sorgulamanın içine dâhil et; onlar yanlış düşünmüş ve yapmışlarsa siz bugünkü gelişmiş akli melekelerinizle doğru olanı söyleyin; eğer samimi olarak İslam’a iman etmişseniz…
İnsanın geçmişi veya başkalarını sorgulamaları ve yargılamaları kolay ama zor olan, insanın kendi nefsini sorgulamasıdır.
Evet, sonuçta, doğru/sahih bir kanaate varmak istiyorsak; unutmamamız, ihmal etmememiz gereken temel kaide; “Dinin kaynağının ilahi; anlaşılmasının ve tatbik edilmesinin beşeri” olduğu gerçeğidir. İslam Dininin muhatabı olan insanoğlu ya akli selim ve kalbi selimle dinin kaynağı ile doğru bir ilinti kurar gerçeği bulur veya nefsi/indi bir yaklaşımla muhatap olur gerçekten/dosdoğru yoldan sapar. -Allah muhafaza-