Müslümanların Üzerine Neden Bomba Yağıyor?

by Fahrettin Dağlı

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra İslam dünyası bir türlü huzura kavuşamadı. İmzalanan Sykes-Picot Anlaşmasıyla bu coğrafyayı cetvelle çizer gibi bölen galipler adeta bölge bir daha istikrara kavuşmasın diye kabile / mezhep devletleri inşa ettiler. İlimden, hikmetten, ahlaktan mahrum bu adaletsiz taksim bölge halklarına yıllarca sürecek ihtilaf ve kavga alanları bıraktı. Egemen, emperyal, mandacı güçlerin terk etmesinden sonra da bölge istikrara ve istiklaline kavuşamadı. Gidenler yerlerine bıraktıkları mahalli emirler ve kralları hukuka, demokrasiye bağlı yönetimlere teşvik de etmediler. Çünkü bölgenin enerji kaynaklarını sömürmek için kendilerine bağlı monarşik rejimlerin sürmesi gerekiyordu. Avrupa, oradaki halkların yararına olabilecek hiçbir politika geliştirmediği gibi olabileceklerin de önüne geçti.

Bu haksız, hukuksuz rejimler haliyle oralarda hoşnutsuzlukları artırdı, iç ihtilafları çoğalttı. Batılı sömürgecilerin oluşturduğu sosyal ve siyasal iklimde bugün kendilerinin de şikayetçi oldukları ve bölgeye müdahale etmek için gerekçe saydıkları çok sayıda terör örgütünü himaye etti.

Peki, burada müslümanlar masum sayılabilir mi?

Tabii ki, hayır. Allah’ın Kitabında yüzlerce defa uyarılmalarına rağmen onlar yine de akletmeyerek kendi aşiret / kabile, mezhep devletlerini korumak için birbirlerine düştüler. Medine’de müşriklerin yüz yıl sürdürdükleri kabile savaşlarını sonlandıran Peygamberin ümmeti, O’nun vefatından sonra tekrar cahiliye dönemine geri dönerek, sanki ortada böyle bir örnek yokmuş gibi birbirlerine düştüler.

Hz. Peygamber böyle bir akibeti meşhur “vehn” hadisinde haber veriyor:

“–Yabancı kavimlerin, yiyicilerin birbirlerini sofralarına dâvet ettiği gibi, birbirlerini sizin üzerinize çullanmaya çağıracakları zaman yakındır!”.

Orada bulunanlardan biri:

“–O gün sayıca azlığımızdan dolayı mı bu durum başımıza gelecek?” diye sordu.

Allah Rasûlü (sav):

“–Hayır, bilâkis o gün sayınız çok olacak. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinizi vehn kaplayacak!” buyurdular.

“–Vehn de nedir, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye soruldu

“–Dünya sevgisi ve ölümden korkma duygusu!” buyurdular.

İşte yaşadığımız zaman diliminde insanoğlunun gemlenemez, tatmin edilemez iştihalarının, hırslarının sonucu olarak dünya düzeni bozuluyor, istikrar bulmuyor.

Allah buyuruyor:

“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (33/72)

Allah kitabında yer yer metaforlarla hakikati izah eder. Yeryüzünün yönetim emaneti o kadar çetin ki, buna ne gök ne yerküre ve ne de dağlar dayanabilir. Ama varlık alemine hükmetmek, egemenlik kurmak insanoğlunun en büyük zaafı ve arzusu olmuştur. Bu arzuyu tatmin için hesap kitap yapmadan sorumluluk altına girmiştir.

Yerkürenin idaresi çok mu zor? Elbette, insanın, diğer canlı ve cansız varlıkların ayrı ayrı hukuklarının sizden sorulacağına inanıyorsanız, istekli, arzulu olarak talep etmez ve o çetin sorumluluğun altına girmezsiniz.

İslam tarihinde bunun en eşsiz örneği, Hz. Ömer ve torunu Ömer B. Abdülaziz’in yüklendikleri ağır sorumluluğun farkında olduklarından bundan kurtulmak için Allah’tan ölümlerini temenni etmeleridir. Hatta Hz. Ömer’e, yerine halife olarak oğlu Abdullah’ı vasiyet etmesi telkin edilince, “bir evden bir kurban yeter, biraz da başkaları yapsın” diyerek reddetmiştir.

Yine torun Ömer B. Abdülaziz’in yönetim zihniyetinden güzel bir örnek: Hilafete öğleden sonra oturan Ömer, hemen üç valinin görevden azlini içeren mektuplar yazarak görevlendirdiği üç ulakla hızlı bir şekilde yerlerine ulaştırmaları talimatı verir. Yanındakiler, “neden acele ediyorsunuz, sabahleyin gönderseniz?” sualine karşılık olarak, “bu valiler yarın benim adıma icraatta bulunacaklar, yaptıkları her işte bana da sorumluluk terettüp edecek, bundan korkarım” diye cevap vermiştir.

Yönetim / siyaset bir ilim, adalet, ahlak sanatıdır. Onun için Farabi haklı olarak ‘yöneticiler filozof olmalıdır’ diyor. Ömer B. Abdülaziz bir filozof olmasa da Hz. Peygamber sonrası İslam’ın ilk müceddididir. Özellikle dinin siyasete / yönetime müteallik mevzularında önemli prensipler ve uygulamaları hayata geçirmiştir.

Ömer’in hilafeti, adeta mutlak kaderin bir tecellisi olarak Emevilerin saltanat geleneğinin askıya alınarak o dönemde oluşturulan iki buçuk yıllık bir vahadır. Allahualem, Allah, yönetim emanetinin nasıl korunması gerektiğinin, bu adil yönetimin nasıl bir barışa ve berekete vesile olacağının örnek bir numunesini göstermiştir.

Ancak ne yazık ki, o günkü çoğunluk böyle bir mesajı algılamamış olacak ki, Ömer’in suikastla şehit edilmesinden sonra yine eski geleneklerine döndüklerini ve haktan hukuktan uzaklaştıklarını kaynaklardan öğreniyoruz.

Toplumların maddi ve manevi ümranı adil yönetimle mümkündür. Emaneti insanlara bırakan mutlak yaratıcı, onlara yeryüzü düzeninin, nizamının nasıl inşa edileceğini, işletileceğini, korunacağını da kozmik alemden örnekler vazederek öğretmiştir. Semadaki milyonlarca gezegenin, ayın, güneşin, yıldızların hiçbir sapmaya, aksamaya uğramadan nasıl milyonlarca yıldır bir ahenk içerisinde belirlenmiş yörüngelerinde yüzüp gittiklerini örnekleyerek adeta insana, “irade ederseniz siz de yeryüzünde böyle düzenli işleyen bir sistem inşa edebilirsiniz.” mesajını vermiştir.

Müminler arzularına, iştihalarına, hırslarına yenik düşüp hakikat bilgisinden ve derin tefekkür kabiliyetinden mahrum kalıp “Vehn” hadisinde ifade buyrulduğu gibi bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan kimselere dönüşmüşlerdir. Böyle olunca da yıkım mukadder olmuştur. Onun için de başımızdan ateş eksik olmuyor.

Yeryüzünde hakkı, adaleti ve ahlakı kaim kılmadıkça bu gayya çukurundan çıkamayız.

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept