Bir Yüzüğün Hikayesi

by Fahrettin Dağlı

1994 yılında R. Tayyip Erdoğan’ın Refah Partisi’nden İstanbul Belediye Başkanlığı’na aday olduğu günlerde bir resim sergisinde yaptığı konuşmada yüzüğünü göstererek “İşte bütün servetim bu yüzük, İstanbul’a hizmet etmeye hazırım” dediği sosyal medyada paylaşılmaktadır.

İşte bu söz bana hep Ömer Bin Abdülaziz’i hatırlatır. Yeri gelmişken şunun altını çizmiş olayım; Siyaset ilmiyle ve pratiğiyle iştigal eden bir Müslüman olarak tarihe haklı olarak isimlerini altın harflerle yazdıran iki Müslüman yöneticiyi çok önemsiyorum. Siyasi düşüncemin şekillenmesinde ikisinin çok önemli bir yeri var. Birisi İslam tarihinin adil halifelerinden Müceddid Ömer Bin Abdülaziz; diğeri ise çağdaşımız merhum Aliya İzzetbegoviç’tir. İkisinin yönetim felsefesi siyasi düşüncelerimin de referanslarıdır. İkisini de rahmetle anıyorum. Mekanları cennet olsun. Dünya insanlığının, ikisinin yaşattığı siyasal iklimi bir daha yaşaması en büyük arzumdur. Karınca kararınca bütün mücadelem de buna müteveccihtir.

Evet, çok iyi hatırlamamakla birlikte Victor Hugo veya 19. Yüzyılda yaşamış meşhur batılı edebiyatçılardan birinin sözüdür; “Tarihte büyük değişiklikler, büyük devrimler gerçekleştirmiş kişilerin hayatlarına dikkat edin; hepsi ilk büyük değişikliği ve devrimi kendi kişiliğinde gerçekleştirmiştir. Çünkü insanın içinde o çapta bir dönüşüm gerçekleştirmeden dışında o derece etkili bir icraat yapabilmesi imkânsız.”

Evet, Ömer Bin Abdülaziz bu doğru tespitin en dramatik, en çarpıcı örneklerinden bir tanesidir. Hilafete geldiğinde hayatında 180 derecelik bir dönüşüm yaşıyor. Mesela, kendi parmağındaki yüzüğü derhal hazineye bağışlıyor ve ondan sonra hanımını alıyor karşısına, eşinin parmağındaki yüzüğü göstererek, şunu diyor; “Sen, ben ve bu yüzük bundan sonra bir arada olamayız. Buradan ya sen gidersen ya ben ya da bu yüzük…” Hanımı da bu söze, parmağındaki yüzüğü çıkararak, “fakirlere tasadduk ettim” diye karşılık veriyor.

Ömer, arınmaya kendisinden ve ailesinden başlıyor. Ve bu dalga dalga yayılıyor. Yakın akrabalarından başlayarak dış çepere doğru arınmayı devam ettiriyor.

Halk bu değişimi merak ediyor ve Ömer’e soruyor;

“Sen düne kadar böyleydin; bir gün içerisinde nasıl bu hale gelebildin?”

Ömer bunu izah ederken, edebi değeri de çok yüksek düşünce kalitesiyle cevap veriyor;

“Benim, en iyisine sahip olmadıkça doymayan bir nefsim vardı ve bir gün Cenab-ı Hak bana hilafeti nasip etti ve düşündüm;

“Dünya makamı, dünya kazancı olarak hilafetin üstünde başka bir şey yok. Yani bir insan dünya kariyerinde en son halife olur;

“Baktım, hilafete sahip olunca da bunun üstüne ne var?

Gördüm ki, bunun üstünde Cennetten ve Allah’ın rızasından başka hiçbir makam yok.

O zaman bütün gözümü oraya diktim; dört dörtlük Allah’ın rızasını kazanabilmenin yolu da bundan geçiyor” diye düşünerek, kendi nefsime “elbiseyi tek elbiseye indireceksin; parmağından o yüzüğü çıkarıp hazineye vereceksin; sarayda oturmayacaksın” diye telkinde bulundum.

İlk gün babasının tahtını gösteriyorlar kendisine. Onu görünce, “Hayır! memleketimde yokluk / fakirlik çeken bu kadar yoksul varken ben bu tahta oturmam; bunu satarım fakir yoksullara sadaka olarak dağıtırım” deyip tahtı geri çevirmiştir. Hilafeti boyunca altına bir kilim çekip, koca Emevi devletini o kilimin üstünde oturarak yönetmiştir.

Bunlar ilk günlerdeki icraatları idi. Sonra hemen arkasından az önce değindiğim gibi en yakınlarından başlıyor işe. Bir “Haksız İktisap Komisyonu” kuruyor. Komisyonun ilk inceleme konusu kendi sülalesi; yani Emevi hanedanı oluyor…

Emevi coğrafyasına bir duyuruda bulunuyor; “Emevi sülalesinden o güne kadar haksız iktisapta bulunmuş kimler var; kimin malını çalmışlar, kimin malını gasp etmişler? Gelsinler şikayetçi olsunlar” diye…

Bunun üzerine insanlar müracaat etmeye başlıyorlar. Bunun için özel mahkeme kurulları oluşturuluyor. Temyiz mahkemeleri; orijinal ifadesiyle İslam hukuk tarihinde “Mezâlim Divanları” kuruluyor. Bu o kadar etkin bir kurum olmuştur ki, arkadan gelen hiçbir Emevi halifesi bu mahkemeleri ilga etme cesareti gösterememiştir. Abbasiler de ilga etmemişlerdir. Bu gelenek daha sonraki İslam devletlerine de tevarüs etmiştir. Belki ismi değişmiştir ama mahiyeti aynı kalmıştır. Mesela büyük Selçuklularda yine adı ‘Mezalim Divanı’dır. Osmanlılarda “Mezalim Divanı” denmiyordu ama Cuma günleri padişahın ya da sadrazamın riyaset ettiği ve kapısı hiç bir ön şart olmadan herkese açık olan “Adalet Divanları” tesis edilmiştir. Bunların kurumsal olarak ilk başlatıcısı Ömer Bin Abdülaziz’dir.

Dediğim gibi bu “Mezalim Divanında ilk yargılananlar da Emevi Hanedanına mensup olanlardı. “Haksız iktisapta bulunmuş olan kim varsa bunları tespit edelim ve hak sahiplerine de hakkını iade edelim” talimatı verilmiştir. İlginçtir, burada hassasiyet o noktaya vardırılmış ki, mesela adam Basra’dan kalkıyor geliyor Şam’a… Mahkemeye gasp edilmiş malını geri almak için gerektiğinde şahitlerle birlikte çıkıp geliyor. Haklılığını belge ve tanık beyanlarıyla ispatlayanlar, gasp edilmiş mallarını derhal geri aldıkları gibi geliş ve gidişleri nedeniyle yaptıkları masrafları da tazmin ediliyor. Ömer Bin Abdülaziz bu “Mezalim Divanları”nın bütçelerine özel bir fasıl koyduruyor.

Bu uygulamaları nedeniyle ilk andan itibaren kendi sülalesi ile karşı karşıya geliyor ve bütün Emevi hanedanı ona karşı ayaklanıyor; sürekli sıkboğaz edip tehdit ediyorlar, öldürürüz diyorlar ve sonunda da bu tehditlerini gerçekleştiriyorlar; Onu şehit ediyorlar. Allah ona rahmet etsin; ne güzel bir örneklik bıraktı!..

Ömer Bin Abdülaziz’deki bu siyasal yönetim pratiğini örnek verdikten sonra bu günümüze dair bir yorum yapmama gerek var mı? Kıyas bile Ömer B. Abdülaziz’e haksızlıktır.

İslami hassasiyetlerini dile getirerek iktidar olanların hali pür melalleri hepimizin malumu… Yüzüklerle başlayan ve sonrası malum olan iki örnek…

Bunları Okudunuz Mu?

1 yorum

Doğan Yalçın 21 Mayıs 2022 - 09:45

Keşke …Ders alınacak bir yönetici günümüzde de çıkar ve tarihe geçer inşallah…

Cevapla

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept