Bu soruya herhalde büyük bir çoğunluk “evet adilim” diye cevap verir. Adaletin önemini biliriz ve adil olduğumuzu iddia ederiz ama “adalet nedir?” sualine de çoğumuz ezberlerimizdeki birkaç kaba tanımlamayla yetiniriz. “Efradına cami ağyarına mani” bir cevap veremeyiz.
Adaletin en kısa ve en basit anlamı, bir şeyi olması gereken yere koymaktır, yerinden etmemektir.
Bu anlamda hayatta var olan her şey o terazinin doğru tartıp tartmadığına göre şekillenir. Adalet, dışındaki her şeyin ona bağlı çalıştığı, hareket ettiği düzenin adıdır.
Şimdi gelelim gerçekten adil olup olmadığımızı basit bir sual üzerinden ölçelim. Sual şu:
“Kamuya işe girecek yakınlarımız veya kamudan alınacak bir ihale için tavassut arıyor muyuz?
Aracı olacak kişiye hukuki / adil olmayan bir teklifte bulunuyor muyuz?
Bunu teklif ederken bir başkalarının hak ve hukukuna girebileceğimizi düşünüyor muyuz?
Bu gayri hukuki pozisyon nedeniyle çok yönlü hak ihlallerinin yaşanabileceğini hesap ediyor muyuz?”
Misal, kamuda istihdam edilmek üzere bir sınav açılıyor, yazılı sınavda olmasa bile sözlü sınavda ahbap çavuş ilişkisi sayesinde aracılara başvurarak kendi yakınlarınızı onlardan daha başarılı olanların önüne geçirip sınavı kazanmalarını sağlıyorsunuz. Burada hasıl olan üç ayrı hak ihlaline dikkat çekmek istiyorum:
1.Sınavı kazanacak ehliyet ve liyakate sahip kişinin işine engel oldunuz.
2.Hak etmediği halde torpille hak edenin önüne geçirip sınavı kazandırdığınız kişi yeterli ehliyete sahip olmadığı için yanlış işler yaparak veya daha az iş üreterek kamu zararına sebebiyet vereceği ve kamunun hakkına girmiş olacağından ona iyilik değil kötülük yapmış oldunuz.
3.Bu iki durumun gerçekleşmesi neticesinde toplumun olumsuz anlamda etkilenmesi ve zarar-ziyana yol açılması sebebiyle beraber yaşadığınız insanlara zarar verdiniz.
Bu ülkede AKP iktidarları döneminde ihale yasası 192 defa değiştirildi. Bunun nedenini hepimiz az çok biliyoruz. Sebep kamu ihalelerinin daha ehil, daha uzman firmalara gitmesi değil, tam aksine kendilerine yakın firmaların durumuna uygun hale gelmesi için bu düzenlemeler yapıldı…
Bunun neticelerini bugün hepimiz görüyoruz.
Mevzunun hukuki ciheti bir yana bir de müslümanlık iddiasında bulunanlar açısından dinin hükmü nedir?
İlgili ayette şöyle buyurulmaktadır:
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.” (Nisa:58)
Yine Peygamberimiz, kendisine “kıyamet ne zaman kopar?” suali sorulduğunda şu cevabı verir:
“Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!”
Alimler bu hadisi şöyle yorumlamışlardır: Her nerede ehliyet gözetilmiyorsa oranın kıyameti kopmuş demektir. Yani kıyamet kelimesi burada bildiğimiz anlamda dünyanın sonunu değil, ehliyet gözetilmeyen yerde oluşan durumu anlatmak için kullanılmıştır.
Kur’an da “işi ehline verin” emr-i ilahisi var. Yani, yönetimin farzı, olmazsa olmazı… Buna uymayanlar Allah’ın emrine muhalif davranmış olurlar. Yani, haram bir fiil işlemiş olurlar. Dolayısıyla ehline verilmeyen her işte kul hakkı vardır, buna sebebiyet verenler de kul haklarına girmiş olurlar.
Allah Resulü dünyaya ait teknik meselelerle ilgili sorunların çözümünü arkadaşlarının ehliyetine, becerisine bırakmıştır. Uzmanlığa değer vermiştir.
En mikro birimden en makro yapı olan devlet yönetimine kadar en ehil olanların bulunup görevlendirilmesi müslüman bir yönetici için farz hükmündedir. Bunların illa müslüman olmalarına da gerek yoktur. Buradaki asıl ölçü, mevcutlar arasında en ehliyetli, en yetkin, en tecrübeli kimdir, onu adil ölçülerle tespit edip oralarda istihdam etmektir. Eğer bu ölçüye riayet edilmezse oranın kıyametinin kopacağını Resulullah(sav) haber veriyor.
Buna göre gelin bugünün müslümanlık iddiasındaki yöneticilere aynayı tutun, bakalım ne göreceksiniz? Yaşadığımız kıyamet bundan mı acaba?