Ahlaktan Koparılan ve Gücün Hükümferma Olduğu Siyaset

by Fahrettin Dağlı

Siyasetimiz batıdan kopya edilmiştir. Geçerli kültürü ve ahlakı da pragmatist, oportünist ya da makyavelisttir. Yani, kültürden ve ahlaktan arındırılarak temelsiz bırakılmıştır. Siyasi mücadele, hizmet yarışı üzerinden değil rakibi kandırarak, itibarsızlaştırarak, düşmalaştırarak altetme üzerinden sürdürülür. Kazanmak için her yol mubah anlayışı safha safha kültüre, geleneğe ve tabir yerindeyse kadere dönüşmüştür. Öyle ki, halk da artık bu durumu “Yalansız, dolansız siyaset olmaz”, “Falan siyasetçi pek dürüst, siyaset ona göre değil veya siyasete girmekle kendine yazık etti, siyaset onu da bozar” gibi cümlelerle kabullenmiş, içselleştirmiştir.

Söze başlarken siyaset pratiğimiz batı menşelidir dedim. Burada mevzubahis ettiğim siyaset ahlakı / kültürü daha ziyade çok partili sisteme geçtiğimiz dönemden sonraki pratiklerle ilgilidir.

Cumhuriyet rejimine geçmek de dahil olmak üzere bu dönemde yapılan siyasi reformların hemen hepsinin istinat ettiği felsefe ve alt yapının yeterince müzakere edilmediği ve sadece kudretli liderin “yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” ile başlayan ve sonrasında “batı demokrasilerinde var, bizde de tek partinin yedeğinde bir parti olsa ne olur?” sorusuyla neticeye ulaşan bir dönemi hatırlamakta fayda vardır.

Atatürk, eski silah arkadaşları Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’in öncülüğünde 17 Kasım 1924 tarihinde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının faaliyete geçmesine izin vermiştir. Parti, tüzüğünde yer alan “efkâr ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkâr olmak” ibaresinin “dini, siyasi çıkarlara alet etmek” şeklinde cereyan etmesi gerekçesiyle 05.06.1925’te kapatılmıştır.

1930’lara kadar devlet partisi olan CHP tek başına ülkeyi yönetmeye devam etti. Ancak halkın bir kesiminde CHP yönetimine karşı bir hoşnutsuzluk vardı. Dini kesimlere uygulanan bir takım baskı ve sınırlamalarla birlikte 1927-1928 dönemi kuraklığı ve 1930 dünya ekonomik buhranının sebep olduğu ağır ekonomik şartlar nedeniyle halka yüklenilen ağır vergiler halkın bir kesiminde rahatsızlık yarattı. Ahmet Ağaoğlu’nun 1925’te Atatürk’e verdiği raporda belirttiği üzere CHP’de halka karşı tahakküm uygulayanlar bulunuyordu. Atatürk bir çözüm olarak, CHPnin kontrolünde, iktidar partisi üzerinde denetim yapacak ve işlerin düzelmesine katkı sağlayacak küçük bir muhalefet partisi kurulması gerektiğini düşündü ve yurt dışından Fethi Okyar’ı çağırarak, laikliğe sadık kalma şartıyla 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkasını kurdurdu. Ismarlama kurulan stepne partinin bir süre sonra CHP’ye karşı muhalefetin birleştiği bir merkez haline geldiğini gören CHP yöneticileri Menemen Suikastını bahane ederek Fethi Okyar’a kurdurttukları partiyi yine onun eliyle kapattırdılar. Daha sonra 7 Aralık 1946’da Demokrat Partinin kuruluşuna kadar CHP ülkenin tek partisi olarak kalmıştır.

Bu özet bilgiyi şunun için veriyorum: Ne Cumhuriyete ne de çok partili siyasal rejime mecliste tartışılarak, müzakere edilerek, felsefi bir temel oluşturularak geçilmemiştir. Yani tek kişi iradesinin bir tecellisi olarak vücut bulmuş siyasi rejimimizin ne kültürü ne de ahlaki çerçevesi ve temeli inşa edilmemiştir. Burada ne Cumhuriyeti ve ne de çok partili siyasi rejimin faydasını tartışmıyoruz. Elbette Cumhuriyet bir erdemliler rejimidir ve çok partili siyasi rejim de demokrasinin teminatıdır. Burada eleştiri konusu yaptığımız husus, yeni bir rejim inşa edilirken bunun millet iradesinin tecelligahı olan TBMM’de tartışılmamış, müzakere edilmemiş ve felsefi gerekçelerinin oluşturulmamış olmasıdır. Göç yolda düzülür anlayışıyla ağır aksak yola revan olan bir rejimin sık sık yol kazalarına uğrayarak devrilmesi ve ahlaki anlamda ağır kusurlarla malul olması kaçınılmazdır.

Kırk yıl süren denetimsiz tek parti rejiminin baskısından, despotluğundan bunalan halk Demokrat Partinin iktidarıyla birlikte bu kırk yılın hesabını sormak için rövanşist bir dönem başlatmış, “Millet Cephesi” adı altında kurulan oluşumlarla CHP’lilerden rövanş almaya girişmişti. Çok partili sistem siyaseti bu rövanş alma ahlakıyla başladı. Bu durum bundan sonra gelecek olan tüm siyasi uygulamalar için adeta bir kadere dönüştü. En acımasız olanı da “27 Mayıs Darbesi” sonrasında bir başbakan ve dört bakanın dar ağacına çekilmesiyle iflah olmayacak bir girdaba girdiğimiz dönemdir. O tarihten sonra da bir türlü sulh temin edilmemiş, aşiret kültürü aralığında gelişen ahlaktan yoksun bir siyaset kaba bir yarışın hakim olduğu bir arenaya dönüşmüştür.

Bir ahlaka istinat etmediği takdirde hangi yasaları çıkarırsanız çıkarın bu elbise bir türlü dikiş tutmuyor, düzen bulmuyor.

Halbuki gerek Abbasilerde gerek Selçuklularda ve gerekse Osmanlı’da yönetimlere ahlaki hatırlatmaları ihtiva eden siyasetnameler yazılırdı. Yöneticilerin nasıl bir siyaset / yönetim tarzı takip etmeleri gerektiğinin kural ve disiplinleri belirtilirdi. Sultanlara şöyle ahlaklı olmaz, şu prensiplerle riayet etmez, devleti adil yönetmezseniz, devletinizi ayakta tutamazsınız gibi öğütler veriliyordu. Bu siyasetnameler daima idarecilerin başucu kitapları olurdu.

Bundan sonra siyaseti mevzu ettiğim her yazımda tekraren ifade edeceğim anahtar cümleye getiriyorum sözü: “Köklü bir metafizik olmadan siyaset olmaz.”

Hangi yasaları yaparsanız yapın uygulamayı metafizik anlayıştan, ahlaktan kopmuş insanlara tevdi ederseniz bir dönüşüm temin edilemez. Allah’ın insana verdiği en yüksek bilgi ve çabayı yedeğe alırsanız, yedeği aslının yerine geçirirseniz, bu durum iyi ve kötü hakkındaki anlayışımızla birlikte siyasetimizi de menfi etkiliyor. Siyaseti ahlaktan kopararak tamamen gücün hükümferma olduğu bir alana dönüştürüyor, hapsediyor. Modern dönemin en önemli değişimlerden biri siyasetin ahlaktan koparılmasıdır. Devlet güçle kurulan ve güçle işleyen bir aygıta dönüşünce adalet ve ahlak da gölgede kalıyor.

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept