Yazıya tepkilere sebep olabilecek kışkırtıcı bir başlık koyduğumun farkındayım. Biraz sabır diliyorum, açıklayacağım.
İlk olarak şu sorulacaktır: “Siyasal iktidarların dine hizmet gibi bir görevleri mi var?”
Siyasal iktidarların, yönettikleri toplumların maddi ve ahlaki ümranını sağlayabilecekleri sosyal ve siyasal iklimleri oluşturabilmek, halkın kendisini inşa ve geliştirmesinin önündeki ekonomik ve psişik engelleri kaldırmak, eşit ve adil bir rekabet piyasası oluşturmak, kişilerin ve toplulukların kendisini özgür bir şekilde ifade edebilmek, toplumun inançlarını çekincesiz ve hür bir şekilde açıklamak ve iletebilmek özgürlüğüne sahip olmasını temin edecek bir siyaset izlemek, hakların birbirine geçmeyeceği sürdürülebilir adil bir ekonomik bölüşüm prosesini işler hale getirmek, toplumun ruhen ve bedenen sağlıklı bir hayat sürmesinin şartlarını oluşturmak, halkın yarınlarından emin bir hayat sürmesinin güvenliğini temin etmek olmazsa olmaz görev ve sorumluluklarındandır. İşte bunları gerçekleştiren bir iktidarın / yönetimin / idarenin adı da erdemliler yönetimi veya siyasetidir.
Bu gereklilikleri yerine getirmek elbette kolay değil, zordur. Ancak kimse siyasetçileri yönetime talip olmaya zorlamıyor, onlar bu işe istekle, şevkle talip oluyorlar. O zaman da iktidarların bu ödevlerini yerine getirip getirmediklerini denetlemek, iktidar aktörlerinden talep etmek ve takipçisi olmak da yönetilenlerin sorumluluğundadır.
İster olumlu ister olumsuz anlamda olsun, devletin dini alana müdahalesi bizatihi dinin zararınadır, sakınılması gerekir. Dini alan ne kadar kamusal alandan uzak tutulursa dini değerlerin neşvünema bulması ve itibarı o kadar korunmuş olur. Dini alan tabiatı gereği sivildir, siyasal etkileşimden olumsuz etkilenir.
Şimdi gelelim AKP’nin dini alanla girdiği etkileşime…
AKP iktidara geldiğinde, “muhafazakar demokrat” bir siyaseti benimsediğini ve “milli görüş” gömleğini çıkardığını, devletin kuruluş ilkeleriyle, laik rejimle bir probleminin olmadığını kamuoyuna deklere etmişti. Bu anlamda seküler çevrelerin muhtemel tedirginlikleri ve endişeleri de kısmen giderilmiş, liberal kesimlerin de desteği arkaya alınmış, onların destek ve katkılarıyla AB nezdinde akredite edilme şansı elde edilmişti. Güçlü bir toplumsal destek, toplumun etkili çevreleriyle kurulan diyaloglar ve sağladıkları kısmi güven ülkedeki vesayet unsurlarını da etkisizleştirmişti. 2010’a kadar AB müktesebatıyla uyum çerçevesinde yapılan bir takım demokratik yasal düzenlemeler ve reformlar AKP iktidarını hem içeride ve hem de dışarıda itibarlı bir konuma taşıdı.
Dolayısıyla AKP’liler kelimenin hakkı için “muktedir” konumuna erişmişlerdi. İşte iktidarlar için bu eşik çok önemlidir. Üzerlerinde demoklesin kılıcı gibi sallanan vesayet rejimi önemli derecede etkisizleştirilmişti. Bu aşamadan sonra iktidar, yapmak istediklerini çok daha rahat bir şekilde realize edebilme kabiliyeti elde etti. Bu şartlar altında hiçbir çekinceye kapılmadan ülkeyi rahat bir şekilde vesayetsiz bir hukuk düzenine eriştirip içerdeki ihtilafları da kalıcı bir şekilde giderebilirdi. Bunu yapabilecek bir gücü, potansiyeli ve kudreti de vardı ama sağlıklı düşünebilecek, akledebilecek bir feraseti yoktu. Bu ferasetten neden mahrum kaldıklarını da geçmiş yazılarımda detaylı bir şekilde ifade etmiştim. İstanbul BŞ Belediyeciliğiyle başlayan çürüme Ankara’ya taşınmıştı. Bu haram iktibaslar metafizik duyguyu ve helal-haram hassasiyetini zayıflatmıştı.
Dolayısıyla iktidara geldiklerinde eskilerin siyaset tarifleri ve pratikleriyle hükmetmeye başladılar. Toplumu olumlu anlamda dönüştürebilecek, sosyal ve ekonomik döngünün herkes arasında adil dolaşabilmesinin şartlarını oluşturabilecek bir siyasal program ve niyetlerinin olmadığı kısa bir zamanda anlaşıldı. Kendilerinden önce muktedir olanların ahlakını, kültürünü, geleneğini tashih ve ıslah etmek yerine onların ahlaklarıyla ahlaklanarak, yanlışlarını sürdürerek ve mutlak iktidar olmanın imkanlarını kullanarak, hukukun dışına çıktılar ve siyasetlerini “ben yaptım, oldu” raddesine vardırdılar. Günün sonunda hakka ve adalete istinat etmeyen siyaset pratiği kendilerinden öncekilere rahmet okutacak duruma geldi.
Toplumsal destek zayıflayınca da dini topluluk ve cemaatlere daha fazla sarıldılar, içli dışlı oldular. Popülist politikalarla, dini söylemlerle dini alanlara yatırım yaparak onlar üzerinde vesayetlerini güçlendirdiler. Bu politikaları doğru bulmayanları, itiraz edenleri de baskılayarak, dışlayarak yok etmeye çalıştılar. Bu politikalarıyla hak ve hukuk taraftarı azınlık dindarları kendilerinden uzak tuttukları gibi zaten mesafeli olan seküler kesimleri de dini değerlere ve mensuplarına karşı kin ve nefretle doldurdular. İslamlaşma potansiyeli olan büyük çoğunluklar dinden uzaklaştırıldılar.
Bu tespitten sonra kendine ve yönettiği topluma hayrı olmayan bir iktidarın dine hizmeti ne olabilir?
Haklısınız ancak ben yine de yapabilme kudretinde olup da yapamadıklarıyla ilgili düşüncelerime ifade edeceğim. Veya “siz olsaydınız ne yapardınız?” gibi bir soruya cevap sadedinde görüşlerimi aktaracağım.
Önce şu hakikatin altını çizelim: Her inanç sahibi, inandıklarını bir başkalarına iletmesi ve onların da o inanç dairesine girmesini arzulaması ve bu anlamda bir çaba göstermesi gayet tabi ve anlaşılır bir durumdur. Yani, Allah’ın insanlığa gönderdiği mektubun muhteviyatını bilmelerini istemek dinin mensuplarına yüklediği bir vecibedir. Bu durum halk için geçerli olduğu gibi toplumu yöneten aktörler için de geçerlidir. Onun için de hiçbir inanç sahibi yönetici sivil yaşamında laik olamaz. Tanrının vaaz etmiş olduğu hükümler, her inananı bağlar. Bu durum yöneticilerin diğer inanç sahiplerine eşit davranmalarına mani değildir. Kamusal imkanları tevzi anlamında mensubu bulunduğu din de dahil olmak üzere hiçbir inanç gurubuna pozitif veya negatif ayırımcılık yapamaz. Eğer iman ettiği inanç değerleri yasaklamamışsa, tahdit koymamışsa kendisi gibi inanmayan kesimlere pozitif ayırımcılık bile yapabilir. Peygamberimizin hayatında bu tür uygulamalara şahit olunmuştur. Burada temel düstur, kamu imkanlarını tevzinde hiçbir kimsenin aklına “yönetim erki kendi dindaşlarını kayırıyor” gibi mülahazanın gelmemesidir.
Yöneticinin her müspet veya menfi uygulamasının aynı ölçüde yöneticinin sahip olduğu inancın veya ideolojinin hanesine yazılması bir vakıadır. Bugünkü AKP iktidarının ve onun taraftarı kitlenin vebali, uygulamalarını din hanesine yazdırmak için özel bir gayret göstermeleridir.
Eğer siyasetimiz ve uygulamalarımızla inancımıza mensup olmayanların da gönlünü kazanmayı ve onları da inandığımız değerlerle buluşturmayı arzu ediyorsak, yapacağımız siyaset, herkese adil davranılan, insanların kendilerini güvende hissettikleri bir siyasal rejimi inşa etmeyi gerektirir.
Yönetilenler olarak bu siyasetten şahsi ve zümrevi bir menfaatimiz olamayacağına göre kimsenin inançlarını bir başkasına zorla kabul ettirmeye çalışması gibi bir zulme de asla iltifat etmememiz gerekir. İktidarı kendileri için bir saltanat vasıtası olarak değil, hemen devredecekleri bir emanet gibi görenlerin yönetim anlayışı adil bir yönetim sayılabilir.
Siyasal iktidarın kamu adına direk dini alanlarla ilgili teşebbüslerde bulunması, yatırımlar yapması, birilerine arka çıkması asla tasvip edilemez ve dine hizmet olarak görülemez. Tam aksine o hizmetlerden mahrum kalanların hasetlerini, kinlerini ve nefretlerini artırır.
İktidarların işin başında en üsttekinden başlamak üzere en alt kademedeki çalışana kadar, devleti adil yöneteceğine, yolsuzluk yapmayacağına, devlet malları, imkanları üzerinde herhangi bir haksız tasarrufta bulunmayacağına, kamu hizmetini ifada ehliyet ve liyakate riayet edeceğine, tüm tasarruflarını istişare heyeti vasfına haiz TBMM’de müzakere / istişare ederek yasallaştıracağına, kuvvetler ayrılığı prensibine tam bir sadakatle uyacağına dair kutsalları üzerine yemin ederek başlamaları ve uygulamalarını hem TBMM ve hem de diğer yargı ve denetim birimlerine şeffaf bir şekilde denetime açmaları ve sonuçlarını da halkla paylaşmaları dinlerine / inançlarına yapacakları en büyük hizmettir.
Ne diyaneti güçlendirmeye ne imam hatip okullarını çoğaltmaya ve ne de milli eğitim müfredatına dini içerikli dersler koymaya gerek yoktu. Dini mensubiyetleri ve dini değerleri de siyasi temsilde öne geçirmemeleri gerekmekteydi.
AKP’nin ilk yıllarındaki yarım yamalak uygulamaları bile halkta beklenmedik bir teveccüh uyandırmıştı. Bu sayede cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal desteğine kavuştu. O zamanlar entelektüel çevrede şu değerlendirmeye sıklıkla şahitlik etmekteydim: “Eğer iktidar bu siyasi pratiğini böyle sürdürürse bundan böyle CHP’nin iktidar olma imkanı bir hayalden öteye geçemez.”
Tabii ki, öyle olmadı, yarım yamalak reformlarıyla 2010’a kadar gelen iktidar ondan sonra halkın bu teveccühünün ilelebet payidar kalacağı zehabına kapılarak farklı bir haleti ruhiyeye sahip oldu. Yani, iktidardan mutlak iktidara inkılap etti. İktidar onları bozmuştu, mutlak iktidar onları tamamen çığırlarından çıkardı. Ne kendileri ve ne de yönettikleri topluma bir hayırları dokunmadığı gibi dillerinden eksik etmedikleri dini değerlerin de köküne kibrit suyu döküp itibarsızlaştırdılar.
Netice olarak AKP deneyimi tüm bu olup bitenlerden namuslu çıkan müslüman siyasetçiler için tecrübelerle dolu önemli bir deneyimdi. Temenni ederim ki, bu yanlışları tashih ve ıslah edecek erdemli, yetkin bir yönetim ekibi gelir de birbirine karışan doğru ve yanlışları tefrik eder, adil, müreffeh yeni bir siyasi rejim ihdas ederek, geçmişi unutturur.