Gençlik yıllarımızda İslami topluluklarda en çok hatırlatılan ve tekrarlanan şiar, “davamız şan, şöhret, mevki, makam, mansıp davası değildir.” İdi ve onun için de dünya nimetlerine aldanılmaması gerektiği sıklıkla dile getirilirdi.
Ne zaman ki, sağ iktidarlar döneminde mahalle sakinleri de iktidarla tanışıp siyasetçi, bürokrat olunca ölçüler değişmeye başladı.
Bazı radikal gruplar devleti “dârü’l-harb” olarak görüyorlar ve bu yüzden kamuda görev almayı haram sayıyorlardı.
Az gittik, uz gittik dere tepe düz gittik, kısmen ANAP ve daha çok da AKP ile iftiramızı açtık. Dün “küfür yönetiminin hâkim olduğu ülke” olarak gördüğümüz devleti kutsamayı, devlette bir yerlere gelmeyi büyük bir başarı olarak görmeye başladık. Onun için kıyasıya bir rekabetin içine girdik, ayak oyunları öğrendik, devlet imkanlarını üleşmek için birbirimizle kıyasıya yarıştık. Birbirimizin ayağını kaydırarak, savaşarak iktidar mücadeleleri verdik. Sivil ruhu bırakarak devletin şemsiyesi altına girmekle kendimizi güvenli bir limanda selamette bulduk!
Niçin böyle bir girizgâh yaptım?
İkrah edecek derecede yanlış bulduğum bir davranış formuna tekrar bir vesileyle şahitlik etmemden dolayı.
Sevdiğim, saydığım arkadaşlarımın içinde bulunduğu iki sivil toplum örgütü “demokrasi” temalı bir toplantı organize etmişler. Davetlerine icabet ederek toplantıya katıldım. Çoğu zaman karşılaştığım tabloyu burada da yaşadım.
Bu toplantılarda sıkı bir protokol uygulanıyor. İnsanlar sınıflarına ve rütbelerine göre oturtuluyor, selam ve hürmetlerle takdim ediliyorlar. Rütbeleri olmayanlar da onların arkasında sıralanıyorlar. Eğer apoletleri kalabalık olan birileri katılacaksa o gelinceye kadar toplantı başlatılmıyor.
Toplantıdaki temel etkinlik, dört konuşmacının katılımıyla yapılacak bir panel.
İkinci perdede toplantı başlıyor. Takdimleri yapan sunucu uzun uzun konuşuyor ve daha sonra sivil ruha hiç de yakışmayan bir milli ritüel uygulanıyor. O bildik klişe hamasi cümlelerle katılımcılar saygı duruşu için ayağa kaldırılıyor ve istiklal marşı okutuluyor. Az çok batıya gidip gelen yanımdaki dosta soruyorum: “Var mı oralarda bu tür ritüeller?” Aldığım cevap: “Kesinlikle yok. Hiçbir zaman şahit olmadım.”
Sunucu sözü toplantıyı tertip eden STK’ının yöneticisine bırakıyor. O da toplantının konusu olan “demokrasi” ile ilgili geniş bir konuşma yapıyor. Derken toplantıyı beraber organize eden ikinci STK’nın başkanı konuşuyor.
Hadi buraya kadar yine de tahammül edelim. Bu sefer sunucu methiye cümleleriyle toplantıya iştirak eden mevki, makam sahiplerini takdim konuşmaları kapsamında kürsüye davet ediyor. Her mikrofonu kapan konuşmacı bırakmak istemiyor ve hamasi cümlelerle dolu konuşmasını güçlükle tamamlıyor.
Neyse seremoninin bu kısmı da bitti ve herhalde artık panele geçilecek diye beklerken bu sefer de toplantıya katılıp da kürsüye davet edilemeyenlerin isimleri, unvanları okundu. Bu arada “niye bizi atladın?” deyip, toplantıyı protesto edip ortamı terk edenler de oluyor.
Kısa bir kış gününde saat 14’te başlaması gereken toplantı gecikmeyle 14.30’da başladı. Baştaki seremoni nedeniyle toplantının asıl konusu olan panele ancak saat 15.45’te geçildi.
Programı ve uygulanan protokolü, bu formun sadece bu toplantıya mahsus olmadığını, genel bir alışkanlığa veya geleneğe dönüştüğünü daha iyi resmetmek için böyle uzun uzun anlattım.
Başta ifade ettiğim gibi eskiden devlete mesafeli olan mahalle sakinleri ayrı kaldıkları süreyi telafi etmek adına aşkla, şevkle devletleştiler. Sivil ruhlarını yitirdiler. İktidar değişimiyle birlikte adeta devletin kimliği de değişmiş gibi devleti kutsadılar.
Dün kamuda görev almayı neredeyse haram görenler bugün iktidar değişimiyle birlikte oralarda mevki ve makam sahibi olmakla toplumsal statü elde ettiler. Dün apoletsizken arkadaşları, dostları arasında sıradan muamele görenler makam sahibi olduktan sonra baş köşelere oturtulmaya, izzet ikram görmeye başladılar. Bu muameleye muhatap kişi de buna mazhar olmakla şereflendiğini hissediyor ve bundan dolayı daha çoğunu talep ediyor. Halbuki mensubiyet iddiasında bulundukları dinin Peygamberinin bu mevzudaki duruşu apaçıktı: Meclise gelen bir yabancı “efendiniz kim?” diye sorduğunda Hz. Peygamber, “Bir ümmetin efendisi o ümmete hizmet edendir.” diye cevap vermişti.
Yani, efendi, baş köşeye oturtulan, hizmetleri görülen, ikramlara boğdurulan değil, tam aksi içinde yaşadığı topluma hizmet edendir.
İşte hayatin hemen hemen tüm alanlarında bu ahlaka muhalif uygulamalara tanıklık etmekteyiz. Bu önemli bir sapmadır. “Gavur” dedikleri Avrupa ülkelerinde bile yapılmayan bu ritüellerin müslümanlar arasında bu derece revaçta olması düşündürücü değil mi?
1980 ve özellikle 2000’lı yılların başında müslümanlar olarak büyük bir transformasyon süreci geçirdik. Büyük bir değişimi yaşadık. Yaşadığımız bu değişim Ak Parti iktidarlarıyla taçlandı.
Bu vesileyle Hz. Ömer’in o meşhur ifadesi aklımıza geliyor: “Yoklukla sınandık kazandık, bollukla sınandık bozulmaya başladık.”
Peki, “Müslümanlar kamuda görev almayacaklar mı? Servet sahibi olmayacaklar mı?” Asla böyle bir şey demek istemiyorum. Elbette görev de alacaklar ve ticaret yapıp zenginleşecekler de. Ancak bu sahip olduklarının kendileri için lütuf olduğunu unutmadan bulunduğu makam ve mevkilerin sorumluğunun farkında olarak hareket edecekler. Çevresindekiler de onları yoldan çıkaracak iltifatlardan ve övgülerden sakınacaklar.
Yazının sonunda Sadi Şirazi’den naklen şu hakikatin altını çizerek noktalayayım: “Hiçbirimiz sınanmadığımız günahın masumu değiliz.”
Her an büyük bir titizlikle kendimizi hesaba çekmeliyiz.