Çağımız müslümanlarının dinleriyle ilgili en önemli problemi, inandıkları yaratıcının vasıfları, insanlığa gönderdiği Peygamber ve kutsal kitap konusundaki ciddi cehaletleri ve idrak yoksunluğudur.
Her vesileyle ifade ediyorum ki, kitap ve Peygamber birbirlerinden ayrıştırılırsa din anlaşılamaz ve nakısayla malul hale gelir. Kitabı ve Peygamberi hakkıyla idrak etmeyenin, o eşsiz bilgi ve pratiği anlamlandıramayanın, günümüze tercüme edemeyenin dini eksiktir. Ne yazık ki, bugün İslam coğrafyasında yaşanan budur.
Peygamber, “yaşayan Kur’an’dı.” Demek ki, Kur’an’ı tanıma ve bilmenin yolu Hz. Peygamberi anlamaktan geçiyor.
Son yıllarda Hz. Peygamberle ilgili gerek yerli ve gerekse yabancı müelliflerin kaleme aldığı siyer kitaplarını tekrarlarla okumaya gayret ediyorum. En son olarak ilahiyatla ilgili resmi bir eğitimi olmayan, Ürdün Üniversitesinde Mühendislik eğitimi aldıktan ve Sudan Uluslararası Üniversitesinde felsefe yüksek lisansı yaptıktan sonra Ortadoğu’da iletişim alanında önemli görevler üstlenen, 2011 yılında dış politika alanında en iyi 100 uluslararası düşünürden birisi seçilen Filistin doğumlu Wadah Khanfar’ın kaleme aldığı ve 2020 yılında ilk baskısını yapan Hz. Peygamber’in hayatına dair stratejik ve siyasi bir okumayı ihtiva eden “İlk Bahar” isimli siyer kitabını ikinci defa okudum. Yüzyılımızda yayınlanan benzerleri içerisinde çağdaşımız müellifin yazdığı kitap belki de ilk sıralarda yer alacak niteliktedir.
Khanfar, yorumsamacı tarih anlayışıyla Peygamberi adım adım takip eden, seyir defteri tutan bir seyyah bilgeliğiyle o insanlık paratonerinin hatırasına bugünümüze taşıma becerisini ortaya koymuş bir düşünür…
Bu vesileyle bugüne kadar okuma fırsatı olmayanlara özellikle tavsiye etmek isterim. Malumunuz, “bütün kitaplar bir kitabı daha iyi anlamak için okunur.” Hele hele bu kitaplar Hz. Peygamberin tarihçe-i hayatını ihtiva ediyorsa her müslümanın mutlaka okumasında fayda vardır.
Her bir okumadan sonra zihnimizde önceden beliren hakikatler biraz daha aydınlanıyor, yerleşiyor. Dolayısıyla zamanımızda gerek dini temsil iddiasındaki hiziplerin, grupların dinin ruhu ve mahiyetiyle örtüşmeyecek tutum, davranış ve eylemlerinin ve gerekse dine ve dindara karşı büyüme istidadında olan karşıtların dini itibarsızlaştırmaya yönelik çabalarının önüne geçmek adına arı duru akmakta olan bu pak pınarlardan içmek, beslenmek lazım.
Eğer inanma iddiasında bulunduğumuz dinin hakikatine, derinliğine nüfuz edemezsek, atalarımızdan tevarüs eden yarım yamalak bilgiyle yanlış ve eksik bir din anlayışına sahip oluruz ki, bu da fayda yerine zarar hasıl eder. Bugün örneklerine şahit olduğumuz gibi…
Sözü burada yine dini temsilde numunemiz olan Hz. Peygamberin karşıtlarıyla olan mücadele yöntemine getiriyorum. Bazen isimlerinin önünde kalabalık unvanlar olan bazı zevat konforlu mekanlarından Hz. Peygamber ve çağını değerlendirirken onlar da sanki bugünün modern dünyasında yaşamışlar gibi değerlendirmelerde bulunup, birtakım yargılara varıyorlar. Zihnen o günlere gidip, oradaki coğrafi ve beşeri durumu, yaşam kültürünü, asabiyeleri, eskilerden tevarüs edip tasfiye edilmeleri tedrici sürece bırakılan olguları yok saymadan hesaba katarak olaylara biraz daha insafla ve aklı selimle yaklaşım gösterecekleri yerde bugünün şartları ve zihinsel fonksiyonlarıyla boylarından aşkın değerlendirmelerde bulunarak dinin nihai hedefini ıskalıyorlar.
Bugüne kadarki okumalarımla aksi tüm beyan ve iddialara karşı şunu rahatlıkla ifade edebilirim: Hz. Peygamber çatışmayı değil kötülüklerle, zulümle mücadele yöntemini benimsedi. Onun amacı, yüklenilen misyonu bütün insanlığa duyurmak, tebliğin ulaşamadığı kimseyi bırakmamaktı. Yüklendiği misyon, insanlığın yeryüzündeki mutlu yaşamını temin edecek yegane reçeteydi. O, insanlığın topyekun bu saadete erişmesini diliyor ve onun için de tüm mücadele yöntemlerine başvuruyordu. Bu mücadelen vazgeçmesi karşılığında teklif edilen tüm dünya nimetlerini elinin tersiyle geri çevirdi. Benimsediği mücadele yöntemleri sonuç vermediği takdirde çatışma en son başvurduğu bir yoldu. Kendisine yüklenilen görevi ifanın önündeki maddi ve psikolojik engelleri kaldırmak neyi gerektiriyorsa onu yapıyordu. Ne toprağa ne ganimete ve ne de insanlar üzerinde egemenlik kurmaya ihtiyacı yoktu. Bunun aksine beyanlar ya bilgisizliğin bir eseri veya bile bile bühtanda bulunmaktır.
Peygamberin çatışmasızlık siyasetine dair en önemli kanıt, Mekke’nin fethine giden süreçtir. Bu sürece giden yolda ilk basamak “Hudeybiye Barış Anlaşmasıdır.” Peygamber ve ashabı Mekke’ye umre yapmaya giderken kendilerini Mekke’ye sokmamak için direnç ortaya koyan Mekke aristokrasisine barışçıl önerilerde bulundu. Amaçları çatışma değil sadece üç gün orada kalıp bir huzursuzluğa yol açmadan tekrar Medine’ye dönmekti. Peygamberin sahabelerinin çoğunluğu, Mekke’ye umre ibadeti için çıkılan yolculuktan geri dönmektense onları o ibadetten alıkoymaya çalışan Mekke despotlarına karşı bedeli ne olursa olsun savaşmak istiyorlardı. Ancak Hz. Peygamberin niyeti, arkadaşlarının bu ısrarcı itirazlarına karşı barışı temin edecek bir anlaşma imzalamaktı. Nihayet arkadaşlarının muhalefetine ve anlaşma şartlarının Müslümanların aleyhine olmasına rağmen karşı tarafla anlaşmaya varmaya muvaffak oldu.
Hz. Peygamberin hedefi, çatışmayarak, sonuna kadar mücadele etmek ve Mekke’de kansız bir fethi gerçekleştirmekti. Tabir yerindeyse Müslümanlara bir fetih modeli bırakmaktı. Sonuçta üstün bir siyasal akılla ve Allah’ın yardımıyla bu umudu gerçekleştirdi. Mekke çatışmasız bir şekilde fethedildi. Kur’an’ı Kerim bu fethi, “Feth-i Mubin” (apaçık fetih) olarak zikrediyor.
“Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık…” (Fetih:1)
Arkadaşlarına, “Bana bu gece bir Sûre indi ki o, bana üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir.” diye ifade ederek bir bakıma Mekke’nin fethinin apaçık bir örnek olduğunun altını çiziyordu. Kur’an’da sadece bu ayette geçen “feth-i mubin”le Allahualem örneği tek olan bir fethe dikkat çekiliyor. İslam tarihinde çatışarak kazanılan çok savaş var fakat “mübin” kelimesi sadece Mekke’nin fethi için kullanılıyor. Nasr Suresi de Allah’ın muradına uygun olarak vahyin mesajının insanlara ulaştığı ve buna karşılık herkesin akın akın barışın, güvenin dini olan İslam’a girdiği o büyük olayı fetih olarak görmektedir.
“Allah’ın yardımı gelip fetih gerçekleştiğinde; Ve insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde; Rabbine hamdederek şanının yüceliğini dile getir ve O’ndan af dile; şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir.” (Nasr:1-3)
Elbette Peygamber ve arkadaşlarının savaşarak, çatışarak teslim aldığı ülkeler ve imparatorluklar da var. Akl-ı selimle bakıldığında bu savaşların Peygamberin bütün barışçıl diplomatik girişimlerinin sonuç vermemesi üzerine, bölgesel güçlerin tehditlerine karşı gelmek ve muhtemel saldırılara karşı caydırıcılık oluşturmak için yapıldığı görülecektir.
Peygamber sıradan bir beşer değildi. Allah Ona bir misyon yüklemişti ve bu ağır misyonu yine Allah’ın vazettiği yol ve yöntemlerle başarması gerekiyordu. Sergilediği her tutum ve davranış, hareket, eylem kendisinden sonra gelecek olan tabilerine birer numune teşkil ediyordu.
Şu gerçekliğin altını kalın bir çizgiyle çizmeliyiz ki, Allah, Peygamberine sadece misyonunu tebliğ etme ve tebliğin muhataplarını yeniden inşa görevi vermiştir, insanlara, toplumlara hükmetme, yönetme, topraklarını gasp etme görevi değil. Bu görevini ifa ederken de önündeki siyasi, ekonomik, psişik engelleri kaldırmak konusunda zorunluluk hasıl olmadıkça çatışmaya değil, diplomasiye ve farklı mücadele yöntemlerine başvurmuş, çatışmadan, savaştan hoşnut olmamıştır. Eğer birileri O ve arkadaşlarının varlığını ortadan kaldırmaya niyetliyse ve bunun için fiziki saldırılarda bulunuyorlarsa bunlarla da hoşuna gitmese de savaşmak zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla bugünün Müslümanlarına Peygamberin bıraktığı numuneyi ayna olarak tutarsak, Müslümanların büyük çoğunluğunun bir yakada, Peygamberin öte yakada durduğunu görürüz. Cihad kavramının maksadından nasıl koparıldığına, cedelleşmenin, çatışmanın, savaşmanın bir sebebi sayıldığına tanıklık ettikçe hayıflanmamak elde değil.
Müslümanlar, Peygamberin modelini, numunesini çağlarına davet edip bugünün yaralarına derman kılmak yerine, o çağa giderek 1450 yıl önceki iklime teslim oluyorlar. Müslümanlar bir idrak sıçraması gerçekleştirmedikleri takdirde çağın gerisinde kalıp ilerleyen toplumların arkasından melul melul bakarak ya kıskançlık ve hasedin pençesine düşerler ya da dinlerinin çağın problemlerine çare üretmediği psikolojisine teslim olurlar.
Ez cümle, yukarıda bahis konusu ettiğim kitapta Wadah Khanfar’ın muradını anladığımızda, Hz. Peygamber’in günümüzdeki anlamıyla bir savaşçı değil kötülüklerle mücadele eden bir mücadeleci olduğu hakikatini teslim etmemiz gerekecektir.