Din / Dini Düşünce Terakkiye Mâni mi?

by Fahrettin Dağlı

Bu, Osmanlının son ve Cumhuriyetin ilk yıllarında sıklıkla seslendirilen bir soru ve düşünceydi. Hatta Kâzım Karabekir’in hatıratında şu manaya gelen bir pasaj yer almaktadır:

“Millet Meclisinin açılışından sonraydı. Bir gün paşa hazretlerini (Mustafa Kemal) sordum. Dediler ki, falan adreste bir grup milletvekiliyle toplantı halindeler. Ben de o adrese gittim, çat kapı girdim. Baktım ki, Türkiye’nin nasıl kalkınacağı konuşuluyor. Millet vekillerinden biri söz alarak ‘Bizim terakkimiz de Avrupa’nın yaptığı gibi dinde reform yapmaya bağlıdır.’ dedi. Orada lafa girdim: ‘Ne demek istiyorsunuz, dinimizden mi vazgeçelim?’ diye sordum. ‘Eğer terakki için gerekiyorsa niye olmasın?’ cevabı karşısında Paşa’ya baktım, sessiz kaldı. Sükût ikrardandır diye düşünerek oradan ayrıldım.” (A. Kabaklı-Temellerin Duruşması)

Ne yazık ki, açık açık ifade edilmese de bugünlerde yine benzer ifadelerin seslendirildiğine şahitlik ediyorum. AKP iktidarının hakka, hukuka istinat etmeyen politikalarının, icraatlarının dinden referans aldığını iddia ederek dini değerleri itibarsızlaştırmaya yönelik ciddi bir propaganda faaliyetinin yürütüldüğüne şahit olmaktayım.

Yine son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet aydınlarının tekrarladıkları gibi Avrupa Demokrasilerini örnek gösterip bugün geri kalmışlığımızı dine, dindara bağlayan bir ideolojik hareket faal olarak sahadadır.

Elbette bugün Avrupa demokrasileri halklarını idari sistemleriyle mutlu etmektedirler. İslam ülkelerine göre insan hakları açısından kıyas kabul etmez bir gelişmenin olduğunu kabul etmemek somut gerçeği inkar etmektir.

Şimdi bu mevcut durumu ilmin ve hikmetin ışığında biraz analiz edelim:

Avrupa demokrasileri her ne kadar bir asra yakındır bir sistem dahilinde düzenli işliyorsa da bugünlerde görüyoruz ki tehlike çanları onlar için de çalmaya başladı. Bugün bir toplumsal hoşnutsuzluk yoksa bu sadece sistemlerinin sağlamlığıyla izah edilemez. Sanayi devrimiyle birlikte ekonomik anlamda belli bir refah seviyesini yakalayan bu ülkelerin halkları bu konfor içinde yaşamaya devam ettikçe ciddi bir hoşnutsuzluk hissetmezler. İktisadi ilişkilerinin önemli ölçüde dış pazarlara bağlı olması, bunun da uzun süre sürdürülemeyeceği varittir. Yabancı göçmen ve işçiler nedeniyle ırkçı faşist akımların güçlendiğini hesaba katarsak bugüne kadar insan haklarına ve hukuka dayalı rejimlerin yabancı düşmanlığına dayalı faşist rejimlere evrilmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.

Bugüne kadar batı cephesinin en önemli hamisi olan ABD, demokratik seçimlerle ikinci defa aynı haydudun hükümranlığına girmiştir. Her ne kadar bazı liberaller Trump’ın ABD sisteminin içinde kalacağını iddia ediyorlarsa da görünür politikalar öyle söylemiyor. Almanlar da ilk başta Hitler’i öyle gördüler ve milliyetçi vatansever bir lider olarak arkasına düştüler. Trump’ın ilk seçimde sarstığı sistem bir mukavemet gösterdiyse de ikinci seçimden sonra aynı mukavemeti göremedik ve muhtemeldir ki göremeyeceğiz de.

Tarih boyunca ademoğluna teklif edilen din ve onun peygamberleri yeryüzüne toplumsal mutluluğun reçeteleriyle birlikte gönderilmişler, iyilikten, güzellikten gayri bir şey söylememişlerdir. Onlardan sonra gelenlerin o dinin hakikatlerini kendi siyasi egemenlikleri için bir ideolojiye dönüştürmelerinde ne dinin ve ne de o dinin peygamberinin bir eksiği, kusuru söz konusu değildir. Diyebilirim ki tarih kitaplarında yeryüzü savaşlarının görünür sebepleri olarak her ne kadar din ve mezhep farklılığından kaynaklanan ihtilaflar gösterilse de bu sebeplerin önemli bir kısmının kişi ve zümrelerin din ve etnik mensubiyet sosu ile gizledikleri siyasi hakimiyet ve tahakküm kurma niyet ve arzuları olduğu izahtan varestedir.

Din ve etnik asabiye, insanoğlunun tahrik ve istismar edilebilir iki özelliğidir: Milyonlarca insanın ölümüyle neticelenen II. Cihan harbinin sebebi de dini değil, etnik asabiyeydi.

Son yıllarda Avrupa’da tekrar gelişme istidadı gösteren etnik faşizm, Avrupa sistemini de tehdit etmektedir. Demokratik hukuk sistemlerinin hiçbir zaman üç-beş ırkçıya teslim olmayacağını beklemek çok fazla bir iyimserliktir.

Kim ne derse desin insanlık var oldukça dinlerin etkisi devam edecektir. “Bu işlere dini karıştırmayalım demek aklı eren hiç kimsenin kabul edeceği bir düşünce değildir. Dindarlar siyasal sistemin herhangi bir engeliyle karşılaşmadan inançlarını rahat bir şekilde yaşayabilecekleri bir devlet garantisi isteyebilirler ve siyasi taleplerde bulunabilirler. Burada asıl olan dini ve etnik mensubiyeti bir çatışmanın ve günlük politikanın konusu etmemektir. Bu da ancak karşılıklı hak, hukuk ve hürriyetlerin sözleşme altına alınmasıyla mümkündür.

Başka bir yanlış ise, Ortaçağ Hristiyanlığının bağnazlığıyla İslam’ı kıyaslamak, bu tecrübeden müslümanlar adına birtakım hükümler çıkarmak, İslam’ı, sadece vicdanlarda yaşayan ve hayata müdahil olmayan bir inanç olarak görmektir. Müslümanlar her ne olursa olsun bireysel veya toplumsal olarak dinin emirlerinden habersizmiş gibi davranamazlar. Çünkü Allah, toplumsal hayatın işleyişinde değişmez metafizik yasaların olduğunu vazederek müminlerin sünnetullah diye ifade buyurduğu bu yasalara uygun hareket etmelerini emir buyuruyor. Bu emirler elbette nesnel, akli verilere dayandırılamaz. Zaten dine iman etmenin en önemli ciheti de budur. Ahiret ve hesap günü metafizik bir bilgidir. Ya inanırsınız ya da inanmazsınız. Bu durumda Müslümanlık iddiası olan birisinin bu hakikate muhalif düşünme gibi bir tercihi söz konusu olamaz. Olursa da sonuçlarını katlanır.

Engizisyonun cari olduğu Ortaçağ Hristiyanlığıyla, Müslümanlığı aynı cetvelle ölçmek, aynı ölçülerle kıyaslamak ve bu kıyastan hüküm çıkarmak cehaletin bir sonucu değilse, bile bile hakikati çarpıtmaktır.

Bugün çeşitli din yorumları arasında dinin maksadıyla kabili telif olmayan sapkın ve aşırı olanlarından ne o dinin kendisi ve ne de topyekûn mensupları sorumlu tutulamaz. Emeviler yanlış tatbikatlarda bulunmuşlar ama Endülüs Emevileri çağlarının en parlak medeniyetini, uygarlığını ortaya koymuşlardır. Yani, olumsuz örnekler üzerinden bütün bir dinin mensuplarını yargılamak, sonuçlar çıkarmak ne ilmidir ne de ahlakidir.

“Dinlerin çağı geçti, dönem rasyonelite çağıdır” gibi bir savın da ilmi bir dayanağı yoktur. Az çok tarih bilgisi olan herkesin şu hakikatin farkında olması beklenir:

Avrupa, aydınlanmanın sonucunda incili, kiliseye bırakıp akıl/rasyonalite çağına geçti ve ondan yüzyıllar sonra da tarihin en kanlı savaşlarına sahne oldu. Faşizm de komünizm de aklın ürünü olan beşerî ideolojilerdir. Bu ideoloji mensuplarının sebep olduğu savaşlarda yaşanan katliam, jenosit aklın tanrılaştırmasının bir sonucu değil mi? Hegel felsefesi de aklı temel alır. Sağ Hegelcilik faşizmi, sol Hegelcilik komünizmi doğurmuştur. Temellerinde akıl ve bilimsel bilgi olduğu halde insanoğluna mutluluk değil felaket getirmişlerdir.

Yine Avrupalıların hangi aklın eseri olarak Afrika’ya gittiği ve oradaki halkların ekonomik kaynaklarını sömürdüğü, milyonlarca insanı köleleştirdiği düşünülmelidir.

Hegel, “Batı aklı medeniyeti temsil eder. Henüz medeni süreçlerini tamamlamamış toplumları medenileştirmemiz ahlakidir.” diyor. Buna karşı çıkan Marks da aynı hataya düşmüş, tarih felsefesiyle İngilizlerin Hindistan’ı işgal etmesini meşrulaştırmıştır. Yani Batı aklı savunulduğu kadar saf ve temiz değildir. Aklın eseri olan Alman Nasyonalizmi yaklaşık 50 milyon, Stalin Sosyalizmi ise yaklaşık 5 Milyon insanın ölümüne sebebiyet vermiştir.

Bu tarihi gerçeği ıskalayarak dinden arındırılmış batı medeniyetine güzellemeler yapıp İslam tarihinde veya hali hazırda İslam coğrafyasında süren gayri İslami ve gayri insani cinayetleri genel olarak İslam’a ve Müslümanlara nispet etmek bir tarih bilgisi eksiği değilse bile bile hakikati çarpıtmaktır. Avrupalılar Afrika’nın kaynaklarını sömürerek medenileştirdiler mi? Yoksa kıtaya ihtilaf tohumları ekerek ifsat mı ettiler? İzaha muhtaç bir husus da budur.

Bütün inançlarda, ideolojilerde olduğu gibi İslam’ın da farklı yorumlarının olması gayet tabiidir. Bunlardan bir kısmı akıl ve nakil planında özü temsil etmektedir, bir kısmı da özünden kopup felaketlere sebebiyet vermiştir. Bunu inkar etmiyoruz. İnsanın bulunduğu her yerde bu ihtilaflar, çekişmeler olmuştur.

Bu ülkede ayırımcılığın da ötekileştirmenin de ırkçılığın da sebebi ne din ve ne de mezhep ayrılıklarıdır. Bir din olarak İslam bu tür menfi eğilimleri yasak kılar.

AKP mensuplarının politik uygulamalarının İslam’ın veya genel olarak dindarların hanesine yazılması yine ya yetersiz bir bilgi veya dine ve dindarlara karşı duyulan olumsuz düşüncelerin bir tezahürüdür.

Ülkede bir asırdır uygulanan katı laiklik anlayışını yok sayarak sadece son yirmi yılda yaşananlar üzerinden tahliller yapmak ve bundan din ve dindarlar adına olumsuz sonuçlar çıkarmak, iyi niyetle telif edilemez. Eğer bizler bu gerçekliği yok sayıp Osmanlı döneminin son, Cumhuriyetin de ilk yıllarında sıklıkla dile getirilen “din terakkiye manidir” manasına gelen benzer ilmi dayanağı olmayan bir ezberi tekrarlarsak korkarım ki, bir yüzyılı daha kavga ve gürültüyle geçirmeye mecbur oluruz. Allah muhafaza…

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept