X hesabımda sabitlenen paylaşımım şudur: “Suni gündemlerinize ve tuzaklarınıza düşmemeye; akıl, vicdan, irfan ve hikmetle gerçeği aramaya devam edeceğime ahdim vardır!..”
Bugünkü yazımda da bu prensibime sadık kalarak iktidarın, ortağının ve diğer bileşenlerinin günlerdir konuştukları, müzakere ettikleri mevzuya onlarınkinden farklı bir çerçeveden bakmaya çalışacağım.
Hakkında binlerce kitap, makale yazılan ve ne yazık ki yarım asırdır bir arpa boyu mesafe alınmayan bir mesele, siyaset aklı ve ferasetinden mahrum siyasi idareciler nedeniyle kangrenleşti. Elli yıldır toplumsal barışımızı tehdit etmeye devam ediyor. Biz adına ne dersek diyelim tarihe, literatüre “Kürt Meselesi” olarak geçmiştir. İnkarlarımız, yok saymalarımız bu gerçeği değiştirmiyor. Bu anlamda Türkiye siyasetinin şahin kanadını temsil eden MHP bile bölge ile ilgili sıcak gelişmelere bigâne kalamayarak her ne kadar adına “Kürt Meselesi” demese de bütün beyanlarıyla ve Abdullah Öcalan’ı muhatap almış olmakla zımnen bu gerçeği kabul ediyor.
İktidar siyasetine ne kadar mesafeli olduğum ve ağır tenkitlerde bulunduğum herkesin malumudur. Bugüne kadar inisiyatif aldığı siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik politikalarda ne kadar başarısız olduğu da görülüyor.
2013’te “çözüm süreci” adı verilen ve 2015’te kurulan barış masasının devrilmesiyle neticelenen sürecin başarısızlıkla sonuçlanacağını ta en baştan dostlarıma, çevreme izah etmeye çalışıyordum. Bir defa usul ve esas açısından ciddi itirazlarım vardı. Bunlardan birincisi, arkasına güçlü bir halk desteği alan AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kurucu unsuru olan Kürt halkına Allah’ın ve evrensel hukukun tanıdığı bütün hakları hiç kimseyle pazarlık masasına oturmadan vermeliydi. Öcalan’ı Kürtlerin önüne bir halk kahramanı olarak çıkarmak yerine, yüzyıllık bir yarayı iyileştirmiş olmakla kendileri haklı bir şöhrete kavuşacaklardı. Malum, haklar ve hukuklar pazarlık konusu yapılamaz. Adil idareci, kimseyle pazarlık yapmadan hak sahibine hakkını verendir.
Bunu yapabilecek bir siyasi ferasete sahip olmadıkları zaten baştan anlaşılmıştı. Sonradan estirilen rüzgara hazırlıksız yakalanan iktidar, başlattığı ve yüzüne gözüne bulaştırdığı süreci aynı şekilde bitirdi. Ancak ne yazık ki, masa devrilirken binlerce insan ve yerleşim yeri de bu yıkımın altında kaldı. Eski yaraya yeni yaralar eklendi.
Aslında karşılıklı çok daha kolay hal edilecek bir mesele, çözmeye yönelik adımların ulusalcı-militarist provokasyonlarla bloke edilmesiyle hep akim kalmıştır. Bu meselenin sürüncemede kalmasından, bir krize dönüşmesinden nemalanan, bu kronik meseleyi bahane ederek, ülke güvenliği için tehlike olarak gösterip, inkar ve imha politikalarını siyasal iktidarlara dayatan derinlerdeki güç odakları siyasal iktidar üstü iktidarlarını sürdürmek adına dökülen kanın, akan gözyaşının, gasp edilen hakların ila nihaye sürmesinden yanadırlar. Bunlar ne hukuku ne barışı ve ne de özgürlüğü severler.
Kamuoyu oluşturan merkez medya ve onları besleyen lobiler ilme, ahlaka, hakka ve adalete istinat eden çözüm yöntemlerine itibar ve iltifat etmeyerek, reyting sağlayacak popüler söz ve eylemlere itibar kazandırıp öne çıkarıyorlar. İdeolojiler burada baskın karakterlerdir. Çözüm formüllerinin yerel olması iltifat görmüyor. Beşerî, coğrafi, etnik ve dini manada Türkiye’den çok farklı yapılara sahip ülkelerde gerçekleşen barışın aynı yöntemlerle Türkiye’de de sonuç sağlayacağını savunanların çözüm yöntemlerinin daha fazla rağbet görmesi ve konuşulması çabaların olumsuzlukla sonuçlanmasına yol açmıştır.
1980’li yıllardan bu yana sorununun dinamiklerini dönüştüren çok önemli siyasi ve sosyolojik tecrübeler yaşandı. Sorununun çözümü bu farklılıkların makul ve meşru zeminlerde yönetilebilmesine bağlıdır.
Eninde sonunda herkes hak ve hukukuna kavuşacaktır, bunu geciktirmenin, ötelemenin pazarlık konusu yapmanın ya da bazı şartlara bağlamanın Türkiye’de yaşayan hiç kimseye fayda sağlamayacağı gibi, toplumsal ayrışma ve kutuplaşmaların derinleşmesine neden olacağı, daha uzun yıllar boyunca insan, para, enerji ve vakit kaybına yol açacağı da unutulmamalıdır.
Hz. Peygamberin, “Kendi nefsin için istediğini din kardeşin için de istemedikçe iman etmiş olmazsın” ifadesi, tüm izan, insaf ve vicdan sahipleri için sorunları çözebilecek bir yol göstermektedir. Allah, tüm etnik kimlikleri ve dilleri Allah’ın kudretinin ve azametinin delilleri olarak tarif etmektedir. Bir kavmi ya da bir dili inkâr etmek, Allah’ın ayetlerini inkâr etme anlamına gelir ki böyle bir durum Müslümanın akıbeti açısından tehlikelidir.
Kim ne derse desin, bir asırdır gündemimizi işgal eden, can ve mal kaybına sebep olan bu mesele, başta hak ve özgürlükler olmak üzere siyasal, ekonomik ve sosyal boyutları olan devasa bir sorundur. Sadece Kürtlerin değil, ülkede yaşayan herkesin ortak meselesidir. Öncelikle bir hak, adalet ve özgürlük sorunudur ve ağırlıklı olarak Kürtleri ilgilendirdiği düşünülse de, haksız ve hukuksuz uygulamalar açısından ülkede yaşayan tüm etnik unsurların aleyhine sonuçlar doğurmaya devam etmektedir.
Bugün geldiğimiz noktada yarım asırdır örgüt liderliğini yapan Öcalan da, tüm siyasal taleplerinden vazgeçtiğini, örgüt olarak dayandıkları ideolojik değerlerin iflas ettiğini kabul ediyor. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu dış tehditlerin, bölgesel Türk-Kürt ittifakını zorunlu hale getirdiği ve dolayısıyla nizalaşmaları bitirip tarihsel beraberliği güçlü bir şekilde sürdürmenin hem Türkiye ve hem de bölge barışı için zorunlu olduğunu vurguluyor. Bu düşüncenin ve istinat ettiği gerekçelerin önemli olduğunu düşünüyor ve siyasi feraseti olan bir ekibin kollektif çalışmasıyla barışın gerçekleştirilebileceğini umuyorum. Tarihi ve beşeri gerçekler bizi buna zorluyor.
Bağımsızlık, özerklik, federatif yapı taleplerinin hepsinden vazgeçilmişse geriye tek bir çözüm yolu kalıyor. Türkiye’nin siyasi yapısı acilen demokratikleştirilmeli, hukukileştirilmeli, bütün etnik ve dini toplulukların hak, hukuk ve özgürlüklerine kavuştuğu bir siyasal iklim oluşturulmalı ve sürdürülebilir kılınmalıdır.
Ne Türkler ne de Kürtler etnik ve dini anlamda homojen topluluklar değildir. “Kürtler ya da Türkler şöyledir veya bunu istiyor.” dediğimizde, genelleme yapmış oluyoruz. Doğru olan, bu tür genellemelerden kaçınarak topyekun tüm unsurların değer ve kıymet gördükleri, hak ve hukuklarının tanındığı, korunduğu bir siyasal rejimi inşa etmektir.
Anayasa tartışmalarının yeniden Türkiye gündemine geldiği bu günlerde öyle bir Anayasa talebimiz olmalı ki bu metin eşit yurttaşlık esasına ve ülkede yaşayan tüm unsurların rızalarına dayalı bir toplumsal sözleşme ve yüzyıllık tartışmaları, kavgaları bitiren, silahları toprağa gömen bir barış sözleşmesi olsun. Yeni Anayasa’da neyin olması gerektiğinden fazla neyin olmaması gerektiği daha önemlidir.
Seçim barajının %10 olmasının siyasal istikrarı sağlamadığını 45 yıllık deneyimden sonra öğrenmiş olmalıyız. İstikrar sağlayıcı olan adaletsizlik değil adalettir. Ülkedeki tüm etnik ve dini unsurların temsilini sağlayacak yeni ve makul bir düzenleme, adaleti sağlayıcı bir fonksiyon ifa eder.
Ne zulmedelim ne de zulme uğrayalım. Kendimiz için istediğimizi başkası için de isteyebilir isek, bütün toplumsal meselelerimiz hak ve adalet temelinde çözülür…