Yazılarımla ilgili olarak bazı arkadaşlardan gerek yazılarımın altına yaptıkları gerekse özelden gönderdikleri bildirimlerde sıklıkla dini temalara çok yer verdiğim ve her mevzuyu dini kaidelerle açıklamaya çalıştığıma dair eleştiriler alıyorum.
Daha önce de herhangi bir resmi din eğitimimin olmadığını ancak bir müslüman olarak din ile ilgili bireysel ve toplumsal yaşamanın getirdiği ilişkiler ağına dair alaylı da olsa bir birikim ve tecrübeye sahip olduğumu ifade etmiştim.
Biliyoruz ki, din, inanma iddiasında olanlara bir mükellefiyet yüklüyor. Sadece inandık demekle bırakılmıyoruz. Bu basit gerçekliği her müslümanın bildiği kanaatindeyim. Dolayısıyla “inandık / iman ettik” dedikten sonra dinin gerekliklerini yerine getirmek konusunda bir mükellefiyet altına giriyoruz. Güç yetirebildiği en üst seviyede dinin emir ve yasaklarına uymak her mümine farzdır. İnanmak veya inanmamak konusunda insanlar muhayyer bırakılmıştır. İman, hür bir iradeyle vardığımız son kesin karardır. Bu kararı dilimizle ikrar ettiğimizde de sözkonusu mükellefiyetler başlar. Gereği yerine getirilmediği zaman dil ile eylem arasındaki uyuşmazlık nedeniyle o insanın hangi sıfatla anılacağı ayet ve hadislerde açıklığa kavuşturulmuştur.
Çok uzağa gitmeden bugünlerimiz üzerinden gördüğüm en yaman hakikat ise bu toplumun yaşamakta olduğu musibetlerin en önemli nedeninin, yanlış din anlayışı ve uygulamaları olduğunu, bundan mütevellit bu durum ıslah edilmedikçe felaha erişmemizin mümkün olamayacağına dair inancımdır.
Bu şartlar muvacehesinde mevzu ettiğim hususlarda meselelere seküler bir anlayışla bakmak gibi bir hakkım olamaz. Dinin sözkonusu mevzuyla ilgili hakikatini göz ardı etmem, yokmuş gibi davranmam düşünülemez. Aksi taktirde Müslümanlık iddiamla çelişkiye düşmüş olurum ki, bundan Allah’a sığınırım. Rahmetli Akif’in mısralarında terennüm ettiği gibi mümkün olduğu nispette Allah’ın ve kulların hak ve hukuklarına riayet etmeye gayret ediyorum.
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
…..
Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Ancak ne kadar gayret göstersem de, eylemde / amelde bulunsam da Allah’ın yardım ve inayeti olmadan sadece çabamla başarılı olamayacağımı da biliyorum.
Akla karanın, sapla samanın birbirine karıştığı kaotik bir iklimden geçtiğimiz bu dönemde bir mümin olarak elbette daha çok Allah’a yakınlaşıp iyiyle kötüyü birbirinden ayırma kabiliyetine erişmeyi talep etmenin ve ona munzam eylemlerde bulunmanın çok önemli olduğu izahtan varestedir. Herhalde her iman sahibi arkadaşla bu konuda hemfikirizdir.
Çekmekte olduğumuz sıkıntıların, badirelerin, travmaların, karşılaştığımız felaketlerin mahiyetini analiz edebiliyor muyuz? Bizden, yani iç dinamiklerden veya dış dünyadan kaynaklanan sebepleri etüt edebildik mi? Hangi sebeplerin bu sonuçları doğurmuş olabileceğini muhakeme edebildik mi?
Evvel emirde, bizim yönetim tarzımızdan, şahsi, nefsanî zaaf ve yanlışlarımızdan kaynaklanan hatalarımız nelerdir?
Nerede yanlış yaptık/yapıyoruz?
Allah ve Resulünün muradı olan “başımıza gelen bütün felaket ve musibetlerin sebeplerini ilk önce kendi nefsimizde arama’’ cesaretini gösterebiliyor muyuz?
“İnandığımız Allah’ı gücendirecek ne yaptık ki bugün bunları bütün kahırlığıyla yaşıyoruz?” diye kendi nefsimize sorabiliyor muyuz?
Çünkü biliyoruz ki inandığımız / iman ettiğimiz Ma’bud , hak etmediğimiz bir şeyi bize vermez. Neticede Allah, adildir, kimseye haksızlık etmez ancak bütün bunlar bize haksız davrananlara karşı boynumuzu uzatacağımız anlamına da gelmez. Hak ve adalet çerçevesinde mücadelemizi sonuna kadar sürdürme vazifemizi de ihmal edemeyiz.
Kendi nefsi sorgulamalarımızı kâmilen yapmadan, dışarıya yüklediğimiz / yükleyeceğimiz her sorumluluk, bizi kendi sorumluluk alanımızdan uzaklaştırır. Eğer nefsimizde olanı, iyiye, güzele, hayra tebdil kılarsak biliriz ki Allah, amellerimize / eylemlerimize munzam olmak üzere hem toplumsal muamelatımızı güzelleştirecek, iyileştirecek ve hem de dışarıya karşı O’nun yardımına mazhar olmaya hak sahibi olacağız.
Yok, eğer bütün olup bitenleri dışarıdan bilip nefsimizi temize çıkaracak olursak, kendi iç alemimizden kaçırdığımız hatalarımız, yanlışlarımız kartopu gibi büyüyecek ve bir gün Allah muhafaza hepimizi altına alıp kıyamete doğru sürükleyecek.
Bugün görüyorum ki, siyasi irade kendi hataları konusunda son derece cimri, dışarıya kabahat yüklemede son derece cömert ve mahir…Bu durumdan çok korkuyor ve endişeleniyorum. Çünkü insanoğlunun en kötü hali nefsini layusel / hatasız / kusursuz kabul etmesidir. Buna bir de kibir ve inat binerse işte o zaman Allah muhafaza insan şeytanın boyunduruğuna koşulmuş olur. Bir bakıma iflahı kesilmiş, beli kırılmış olur.
Bu yazdıklarım belki de çoğunuzun malumu. Ancak biliyoruz ki din nasihattir. Bazen bilineni tekrar tekrar hatırlamak ve hatırlatmak gerekir. Çünkü insanoğlu çevresiyle değer yüklenir veya kaybeder.