Herkesin kendine ait bir ilgi alanı olduğu gibi yine herkes farklı bir fizyonomiye, simaya , ruhi olarak da farklı özelliklere, kabiliyet ve yeteneklere sahiptir. Varlık alemine düzen veren Yaratıcı, eşsiz bir çeşitlilikle kâinatı donatmıştır.
Bu anlamda her insan bir alemdir. Böyle yaratılmış olmanın hikmetlerinden biri de yeryüzünde insanların birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamaları, dayanışmayı ve yardımlaşmayı sağlayarak toplu halde yaşamanın amacını, zenginliğini elde etmeleridir.
Şahsen küçük yaştan itibaren rahmetli babamdan tevarüs ettiğim bir özellik olsa gerek, hep siyasi mevzulara karşı ilgili oldum. Bu ilgi yüksek tahsilde de devam etti ve aynı alanda lisans ve yüksek lisans yaptım. Bürokratik memuriyetim de aynı minval üzere devam etti.
Bunun yanısıra dini mevzulara duyduğum ilgi ve alaka da hep canlı ve dinamik bir seyirle devam etti, öğrenme ve yaşama arzusu olarak gelişti.
Her ne kadar resmi bir ilahiyat eğitimim olmasa da uzun yıllar gerek bireysel ve gerekse interaktif grup çalışmalarıyla ilahiyat disiplinleriyle ilgili okumalarım ve müzakerelerim oldu. Altı yıl süren düzenli bir grup çalışmasında Kur’an ve Hz. Peygamberin hayatından neşet eden değerlerin yaşadığımız zamanda nasıl uygulanabileceğini, insanın ve insanlığın karşılaşabileceği problemlere nasıl bir reçete oluşturabileceğini müzakere ettik.
Yukarıda ifade ettiğim gibi bireysel eğilimim, ilgi ve alakam daha ziyade sosyal ve siyasal alanla ilgilidir. Bugün yazdıklarımın önemli bir kısmı da siyaset, sosyal hayat, adalet ve insan hakları temalı mevzulardır. Bütün bu disiplinlerin bir müslümanın iman ettiği Kur’an ve Peygamberin pratiğinde karşılığı olan hususlar olduğu herkesçe kabul edilen bir hakikattir.
İslam’ın hayatın tüm alanlarıyla ilgili iddiaları Hristiyanlıkla kıyaslanamaz. Dolayısıyla mevzuları değerlendirirken Allah, Kur’an, Peygamber ve bu vasıtalarla bize ulaşan dini hükümler yokmuş gibi davranmak mümkün değildir.
Bu hakikat ortada dururken yazılarımda zaman zaman Kitaba ve Peygambere atıfta bulunmamı yadırgayan arkadaşlar oluyor. Siyasal ve sosyal mahiyetli mevzuları tamamen seküler bir zihinle değerlendirmemi, yazmamı bekliyorlar. Bu bir ihtimal bile olamaz. Allah muhafaza böyle düşünsem ve buna munzam fikir izharında bulunsam Müslümanlık iddiamla çelişkiye düşmüş olurum, kendime ve inancıma saygımı kaybederim.
Tüm inananlar için din bir hakikattir ve bu nedenle hayatın dışına itilemez. Buradaki yegâne istisna, dinin sosyal, ekonomik ve siyasi nüfuz temin etmek için kullanılmasıdır. Ki bunu da Kur’an ve Hz. Peygamber şiddetli bir şekilde kınamaktadır.
İkinci husus ise, siyaset alanıyla ilgilidir. Bizim gibi toplumsal anlamda zengin çeşitliliğe sahip bir ülkede elbette buna bağlı bir siyaset anlayışı ve söyleminin geliştirilmesi tabiidir. Kapsayıcı bir siyasal düşünce, mutlak anlamda yeni bir siyaset dili ve kültürüne istinat etmelidir. Kimsenin kimseye din, inanç, ideoloji, etnik kimlik dayatmadığı, herkesin kendi dinini, inancını hür bir şekilde yaşadığı ve yaşatmaya çalıştığı hürriyet iklimini teneffüs etmek o toplum için maddi ve manevi / ruhi ümrandır.
Toplumun önemli bir kesimi, mevzu siyaset olunca din mahreçli argümanlara karşı hoşnutsuz ve tepkili davranabilmekte. Dini kavram ve değerlerin son derece araçsallaştırılması toplumu adeta din yorgunu yaparak bu tepkilere sebep olmuş durumda. Bu hal sadece bu iktidar dönemine de has değildir. Din, gerek olumlu ve gerekse olumsuz yönde her zaman siyasi arenanın bir aparatı olarak kullanıldı. Siyaset kurumu, toplumu adeta din taraftarları ve karşıtları şeklinde cepheleştirerek ortadan ikiye böldü.
Bu durum dine isnat edilecek bir problem değildir. Gerek dindar ve gerekse ladini kesimler arasında dinin bir ayrışma ve kavga meselesi haline gelmesi tamamen siyasi kültür, ahlak ve pratiğinin bir sonucudur.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi insanın her neye iman ediyorsa o doğrultuda bir hayat görüşüne sahip olması gayet doğaldır. Dolayısıyla bir dine inanan insanlar özel hayatlarında, tercihlerinde seküler davranamazlar. Siyaset / yönetim alanı ise tabiatı gereği seküler bir alandır. Burada insanların inançlarından vazgeçmeden, taviz vermeden ortak müştereklerde buluşabilecekleri bir ortam tesis edilmesi kolaylıkla mümkündür. Zorluk gibi algılanan ise insanların birbirlerine inanç / ideoloji dayatmaları veya birbirlerinin inanç hürriyetlerine karşı gösterdikleri tahammülsüzlüktür.
Herkesin inançlarına, değerlerine saygı ve tahammül gösterilen, inanç mensuplarının kendilerini geliştirebilecekleri imkanlara erişme hürriyet ve kudretine sahip oldukları bir siyasal iklimin hukuk ve özgürlüklerle taçlanması o toplumda maddi ve manevi ümranın imkanlarını oluşturur. Böyle bir toplumda insanların ister ticarette, ister memuriyette ve ister siyasette olsunlar, inançlarını dile getirmelerinde, geliştirmelerinde ve bu doğrultuda hak ve hürriyet talebinde bulunmalarında hiçbir sıkıntı oluşmayacağı gibi aksine refah toplumuna erişilmesinin en önemli şartı olan özgürlükçü bir iklim oluşur. Tarih bunun onlarca örnekliğine şahittir. Mevcut iktidarın yanlış, lüzumsuz, abartılı din söyleminin ve buna göre planlanmış politikalarının yol açtığı sosyal travmayı aşarak, güvenli bir iklimde özgürlükleri genişleterek tüm korku ve endişelerimizden kurtulabiliriz.