DERSİMİZ: DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

by Fahrettin Dağlı

1128 Akademisyen’in bildirisi, bu haftanın en çok tartışılan konusu oldu. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere çok şiddetli bir muhalefetle karşılık buldu. YÖK ve Cumhuriyet Savcıları göreve davet edildi. Arkasından malum adli ve idari süreçler işletildi.

Bildirinin objektif olmadığı, yanlı olduğu, gerçeği yansıtmadığı akli selim onlarca aydın tarafından ifade edildi. Ben de âcizane aynı kanaatteyim. Peki, nerede ayrışıyor insanlar? Düşünce ve ifade özgürlüğünün muhtevası ve sınırları hususunda.

Bu hadise, Düşünce/kanaat ve ifade özgürlüğü konusundaki toplumsal anlayışımızı da ortaya koymuştur.

Bilen, bilmeyen herkes konu ile ilgili fikir serdediyor. Tabir caizse “Gezmeden seyyah”, “Okumadan âlim” rajonunu kesiyorlar. “Bu konuda konuşmayayım. Çünkü bunu değerlendirecek, yorumlayacak kadar bir bilgi birikimine sahip değilim” diyebilme yiğitliğini ortaya koyacak insan sayısının son derecede azaldığı bir dönemi yaşıyoruz. Sosyal medya imkanının yaygınlaşması sonucunda meydan, insanların “serbest atış” alanına dönmüş durumda. Ne yazık ki bunun da müşterisi az değil. “Beğeni” tiki, lehte yapılan “yorumlar” kişilerin iştahını daha da kabartıyor.  Ve dolayısıyla 24 saat o kadar yalan yanlış bilgi insanların zihnine boca ediliyor. Dezenformasyon, ölçü ve sınır tanımıyor. Belki de yüzyılımızın en büyük felaketi olmaya da namzet. Konu ile ilgili fikri ve zikri olmayanlar ise hakarete, istihzaya, karalamaya başvuruyorlar.

Bildiri de imzaları bulunan akademisyenlerle ilgili olarak yapılan paylaşımlar insanı ürkütüyor. Hakaretler, tezviratlar gırla gidiyor. Kiminin oda kapılarına çarpı işareti konulup tehditler yazılıyor, kiminin sosyal medya hesaplarına benzer mesajlar geliyor. Yine yapılan çağrılarla bunların (hain olmaları nedeniyle!) üniversite ile ilişiğinin kesilmesi, yargılanmaları, sürülmeleri gibi onlarca paylaşım yapılıyor.

Sosyal medyada paylaşım yapan insanların büyük çoğunluğu “okumadan âlim” rolü oynadıkları için belki de bir yere kadar telif edilebilinir. Ancak, Müslümanlıklarına itimat ettiğim bazı entelektüellerin aynı pozisyona düştüklerini görmek hakikaten hicran verici.

Konu ile ilgili ve tamamen düşünce/kanaat ve ifade özgürlüğü çerçevesinden yaptığım kısa bir değerlendirmeye gelen yorumları görünce gelecek açısından nasıl bir anlayış ve idrakle karşı karşıya olduğumuzu düşünmek insanı gerçekten sarsıyor.

Memuriyetinde, düşündüğünü, aklettiğini ifade edememenin, ifade ettiği zaman karşılaşacağı müeyyidenin ne olacağını bilen birisi olarak “düşünce/kanaat ve ifade özgürlüğünün ne kadar büyük bir nimet olduğunu yaşayarak öğrenenlerdenim. 28 Şubat sürecinde bir Müslüman olarak hayatı yaşarken “irticai tutum ve davranışları” nedeniyle hakkında soruşturma ve takibat yapılanlardan biriyim. Sırf bu nedenle emeklilik sürem dolar dolmaz emekli oldum. Çünkü düşündüğünü ifade edebilme, yazabilme hürriyeti benim için su ve hava kadar önemliydi. Bu gün bunun bahtiyarlığını, zenginliğini yaşıyorum.

Bugün ülkeyi yönetenlerin, onlara destek verenlerin önemli bir kısmı da bu kaderi yaşamışlardır. Okuduğu iki beyit yüzünden hüküm giymişlerdir.

Dünün bu zulmünü ne çabuk unuttuk? Dünün zalimlerinin refleksiyle hareket etmeyi hangi ölçüye sığdırıyoruz? Bu güne kadar edindikleri din soslu milli refleksler üzerinden meseleyi değerlendirip hüküm vazetmek doğru mudur? Hiç düşünmez miyiz?

Az bir düşünüp, acaba Allah ve Resulünün bu konudaki muradı nedir diye tefekkür edebilme nimetine bir erişebilsek, aslında gündemimize getirilen görüntülerin arka planının hiç de gözüktüğü gibi olmadığını görme bahtiyarlığına erişiriz.

Kur’an’ın üzerine inşa edildiği temel üç kaide var; “Tevhit, Adalet, Hürriyet.” Çoğu müfessirin icma ettiği bir hakikat. Baştan sona bütün ayetler bu gerçeği ifade buyuruyor.

Hürriyet/özgürlük, insanoğlunun hakikati arama, öğrenme cehdinin vazgeçilmez temel unsurudur.  İnsanın biyolojik varlığına anlam kazandıran en önemli nimettir. İnsanoğlu ancak bu nimetin mahrumiyetinde bunun ne kadar değerli olduğunu idrak eder.

Eğer bir Müslüman olarak meseleleri yorumlayışımızda düşünce ve kanaatlerimizi isnat edeceğimiz temel kaynaklar Kur’an ve Sünnet ise buyurun bu pencerelerden “Düşünce ve İfade Özgürlüğünü” yorumlayalım.

Allah, insana diğer varlıklardan farklı olarak akıl ve düşünme gücü vermiştir. Bu nedenle düşünce ve ifade özgürlüğü temel bir haktır.

Önce düşünce ve ifade özgürlüğü nedir sualine kısa bir cevap oluşturalım;

Düşünce özgürlüğü; insanın serbestçe düşünebilmesi, başkalarına zarar vermeden düşündüğünü söz ve yazı ile serbestçe ifade edebilmesidir.

Bir başka ifade ile insanın kişisel ve toplumsal yaşama ilişkin sorulara çözümler üretmesi, kendisinde bir kanaat oluşturması, bulduğu çözüm ve kanaatleri başkalarına iletebilmesidir.

Kur’an’ın 29 yerinde “Tefekkür edesiniz, tâkkul edesiniz, tezekkür edesiniz” ifadeleri yer almaktadır. Yine 142 yerde. “Düşünmez misiniz, düşünmüyorlar mı, düşünen bir kavim için” ifadeleri yer almaktadır. Bu ifadelerde dikkati çeken nokta, soru biçiminde insanlara yaklaşılmış olmasıdır. Bu da düşünmeye teşvik ve adeta tahriktir.

Düşünme/tefekkür bir fazilettir ve nimettir. Düşünen zihinlerde özgüven ve cesaret vardır. Düşünmeyen ve başkalarının zihni melekelerine tabi olanlar özgüvensiz, ürkek ve korkak olurlar.

Eger Rabbimiz düşünmekten endişe etmiş olsaydı şu meydan okumayı yapmazdı: “Eger kulumuza indirdiğimiz (kitaptan) şüphede iseniz Kur’an’ın benzerinden bir sure getirin ve Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz. (Bakara. 23-24)

Allah, kitabında hiçbir emir ve talimatı, insanlara baskı ile peşin hükümle, düşünmeksizin, icbar ettirmek suretiyle kabul ettirmek istemez. Kur’an, düşünceye bir sınır koymamıştır. Allah’a inanmayanlara, şirk koşanlara yasak koyma ya da baskı kurma yerine, onları özgürce düşünmeye çağırmak, sorular sorarak şüpheye düşürmek suretiyle düşündürme metodunu seçmiştir. (Tarik, 5; Abese, 24; A’raf, 185; Rum, 9; Gasiye, 17; Al-i Imran, 137; Bakara, 259; Yusuf, 109)

Islam’da “düsünce suçu” diye bir mefhum yoktur. Böyle bir bahis de yoktur. Hz. Peygamber’in tertemiz eşi Hz. Ayşe hakkında münafıklarca atılan iftira Kur’an ayeti ile reddedilmiş, Hz. Ayşe aklanmıştı. İslam tarihi’nde “ıfk olayı” diye bilinen bu olayda Hz. Peygamber iftirayı atanlara herhangi bir cezai müeyyide uygulamamıştır. Oysa ayet inmeden önce sahabenin ileri gelenleri olayla ilgili görüş belirtiyor, bazı düşüncelerini aktarıyorlardı.  Hatta Hz Ali’nin Hz. Peygamber’e “Sana dünyada ondan başka kadın mı yok” mealindeki teskin etmeye yönelik sözleri nakledilir.

İslam’ın düşünce özgürlüğüne yaklaşımını şu ayetler çerçevesinde açmaya çalışalım:

“Yoksa Kur’an’a uydurma mı diyorlar? De ki, uydurulmuş on sure getirin, eğer gücünüz yetiyorsa, davanızda doğru iseniz, Allah’tan başka gücünüzün yettiği kimseleri çağırın.” (Hud:13)

Bu Kur’an, ALLAH’tan başkası tarafından uydurulacak bir şey değildir. Ancak o, kendinden öncekileri doğrulayan ve Kitab’ı (ALLAH’ın ilmi, Levh-i Mahfuz) açıklayandır. Onda hiçbir şüphe yoktur. O, âlemlerin Rabbindendir.  (Yunus:37)

“Yoksa Muhammed onu uydurdu mu diyorlar? De ki, onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru iseniz. Allah’tan başka gücünüzün yettiği kadar kimseleri çağırın.” (Yunus: 38)

İslam bir inancın, bir düşüncenin baskıyla değil, özgür bir ortamda akıl ile düşünülerek benimsenmesini istediği gibi, kendisi hakkında şüpheye düşenleri yok etme, mahkum etme yerine, serbest düşünce yolunu ardına kadar açma üslubunu benimsemiştir. Bu durum İslam’da düşünce özgürlüğünün zirvede olduğunu gösterir. Kur’an bütün peygamberlerin ümmetlerine düşünce özgürlüğü tanıdıklarını, geçmiş büyük peygamberlerin mucizeler gösterdiğini, insanlara baskı ile değil, ikna ederek kendi akıllarıyla inandırma anlayışını hâkim kıldıklarını göstermektedir.

Malum olduğu üzere Hudeybiye antlaşmasında anlaşma metninin altına imza atan Hz. Peygamberin ismi “Allah’ın Resulü Muhammed” olarak yazılınca müşrikler buna itiraz ettiler. Biz “Onun peygamberliğini kabul etmiyoruz” dediler. Bu itirazı Peygamberin arkadaşları kabul etmek istemediler. Ancak Allah Resulü ashabının muhalefetine rağmen kendi eliyle sildi. Sahabe bu duruma pasifte olsa tavır koydu. Hatta Hz. Ömer Hz. Peygambere “Sen Allah’ın Resulu değil misin, neden sildin” diye düşüncesini, tepkisini ortaya koymuştur. Hz. Peygamber, sahabesini bu sözkonusu tutum ve davranışı nedeniyle tedip etmemiştir. Üzülmüştür ancak onları azarlamamıştır. İhtilafı yine eşiyle yaptığı istişare ile gidermiştir.

Kişinin ne kadar fikir/düşünce, ifade edebilme özgürlüğü varsa başka birinin de o derecede bunu tenkit etme, aksine ifade etme, yanlışlama hakkı vardı.

İfade özgürlüğü zaten katılmadığımız fikirler için gereklidir.

Düşünceleri baskı altına almak, yalnızca ikiyüzlü insanların sayılarının artmasına neden olmaktadır. Dünün mazlumları bu günün muktedirleri mazlumiyet günlerinde kendilerini ifade ederken “Kuşdili” kullanıyorlardı. Çünkü ifade edecekleri her kavramın/cümlenin/hususun suç teşkil edebileceği korku ve endişesini taşıyorlardı. Bu haleti ruhiyenin ne kadar zor bir durum olduğunu herhalde en çok bugün bu insanların empati yapmaları gerekir.

İnsanlar, düşüncelerini, kanaatlerini özgürce ifade edemezlerse bunun menfi fizyolojik ve ruhi tezahürleri olur. Ayrıca “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” gerçeği muvacehesinde bu durum zaman içerisinde düşüncenin zayıflamasına, kısırlığına, canlılığını kaybetmesine sebebiyet verecektir. Bir yerde sağlıklı bir istişare ve müzakere imkânı kalmamışsa orada düşünce kısırlığı yani monolitik bir yapı oluşmuş demektir.

İslam dininin “dinde zorlama yoktur” ve “işlerinde onlara danış” ilkeleriyle Peygamberimizin vahiy inmeyen konularda ashabına danışmasından, düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi taraftarı olduğunu çıkarabiliriz.

Düşüncelerini açıklama özgürlüğü, bir kişiye veya kuruma hakaret etme, kişilik haklarına saldırma, insanları ona karşı kışkırtma hakkı vermez. Çünkü bu, düşünce özgürlüğü değil, başka birinin hakkını ihlal etme demektir.

Malum Osmanlı’da meşhur bir Molla Kâbız hadisesi var. Molla Kâbız Osmanlı İlmiye sınıfındandır. Kanuni döneminde yaşamıştır. Kendisini meşhur kılan en önemli hadise de; Ayet ve hadisleri te’vil ve tefsir ederek Hz. İsa’nın bütün peygamberlerden üstün olduğunu ve hatta Hz. Muhammed’den de daha faziletli olduğunu savunmasıydı. Bu iddiasından dolayı şiddetli bir tepkiyle karşılaştı. Dönemin Padişahı Kanuni, konunun bir ilim meclisinde müzakere edilmesini emir eder. Birkaç müzakere halkasında Molla Kabız fikri üstünlük sağlayınca en son dönemin Şeyhülislâmı İbn-i Kemal ve İstanbul Kadısı Sadeddin Çelebi öne sürülmüştür. İbni Kemal fikirlerini çürütmüş, hatasından döndüğü takdirde affedileceğini söylenmiştir. Kâbız bunu reddedip, kendi fikirlerinde ısrar edince idam edilmiştir.

Bu örnekte adıgeçenin idam edilmesinin İslam fıkhı açısından doğru olup olmadığını takdir edecek kifayette değilim. Ancak, bu örnekte şunu anlıyorum; kişiyi kanaat ve düşüncesinden dolayı yargılamadan önce onun düşüncelerine yine düşünce ile karşılık vermektir. İlla da bir mahkumiyet sözkonusu olacaksa kişinin düşüncesini yine düşünce ile mahkum etmektir. Aksi taktirde kişiyi idam ettirirsiniz. Ancak düşüncesini mahkum edemediğinizden dolayı arkasından onlarca, yüzlerce tabiisi onu izleyecek demektir. Yani, bu yol çıkmaz sokak.

Malum bildiriden sonra birkaç karşı bildirinin yayınlanmasının da doğru olmadığı kanaatindeyim. Üniversitedeki akademik kadronun cepheleşmesinin, karşı taraflara konumlanmasını doğru bulmuyorum. Bu ayrışma bir hayır işareti değildir. Yanlış, yanlışla düzeltilemez.

En iyisi mi bu akademisyenleri, yine kendi meslektaşları ile bir müzakere masası etrafında toplayıp, konuyu müzakere ettirip, hakikati tezekkür ettirmektir. Aksi taktirde yasaklamalarla, tehditlerle, iş ve aşla terbiye etmeyle fikri yok edemezseniz, hatta daha çok taraftarını artırırsınız.

Hakta ve adalette kalın…

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept