Hemen hemen tüm İslami cenah cemaatlerinde, tarikatlarında, partilerinde, o oluşumların içerisinde bir şekliyle bulunmuş herkes şu telkinata muhatap olmuştur; tanıklık etmiştir: “Davanın güce/paraya/sermayeye ihtiyacı var. Bizim güçlü olmamız; düşmanlarımızın karşısında sesimizin daha gür çıkması gerekir v.s.” Ve dolayısıyla herkes biriktirmenin yollarını aradı. Kendi mensuplarının ekonomik faaliyetlerinden elde ettikleri yetmeyince, bu sefer dışarıya yöneldiler. Allah, Peygamber, cihat aşkı ile insanlardan güç/para dilenmeye başladılar. Zannettiler ki, her şey ama her şey para/güç/sermaye… Helal kazanç kaynaklarıyla başlayan süreç bir süre sonra haramı da meşrulaştırarak güce güç katmaya çalıştılar.
Yıllar önce bir gün böyle bir mevzunun konuşulduğu bir mecliste ihlas sahibi olduğuna itimat ettiğim bir arkadaş, yine ‘davanın güce, paraya ihtiyacı var; başarılı olmamız bununla mümkündür’ telkinlerini yapan arkadaşlara şu ikazı yaptı; “Elbette maddi güce ihtiyaç var. Ama şunu unutmayın, ihlasınızı kaybederseniz; haktan, adaletten uzaklaşırsanız; harama bulaşırsanız dünyanın malı mülkü sizin olsa da yenilmeye mahkumsunuz. Müslüman’ın en büyük sermayesi ihlası, eminliği, helalliği ve adil duruşudur. Sonuç Allah’a aittir, bizler süreçlerden ve vasıtalardan sorumluyuz. Hak hedefe, haram bulaşmış vasıtalarla ulaşılamaz. Hedef ne kadar haksa, o hedefe koşullandırdığınız vasıtalarınızın da o ölçüde hak ve helal olması lazım…”
Evet, ne yazık ki, Türkiye Müslümanlarının dünya ile olan sınavının en zor ciheti bu oldu. Etrafına üç beş adam toplayan cemiyetsel ve siyasal oluşumlar, din, devlet, vatan, bayrak diyerek toplamaya başladılar. İşin başında gerçekten bir samimiyet/ihlas olabilir. Ama bu sürecin bir imtihan boyutu var. Topladıklarınızı ya siz yönetirsin; ya da o sizi yönetmeye başlar. İşte o sizi yönetmeye başladığı an kaybetmenin, çöküş sürecinin başladığı andır.
Ne yazık ki, hemen hemen Türkiye’deki tüm cemaatsel ve siyasal örgütler bu imtihanı yaşadılar ve büyük ölçüde kaybettiler. Bunun en bariz örneği, Ak Parti’dir.
Ak Parti’nin kuruluş yıllarıydı. CB Erdoğan’ın İHL’inden okul arkadaşı ve ağabeyi konumunda olan bir kişiden dinliyoruz (hatırladığım kadarını mealen veriyorum): “Tayyip Beye dedim ki, eğer iktidar olmak istiyorsanız, Erbakan Hocanın güttüğü klasik siyaseti bırakın. Arkana bir sermaye gücü al. Siyaseti, satınalma gücü belirler. Elindeki sermaye ne kadar büyükse siyasette o kadar etkilisin. İkinci bir şey, kesinlikle ABD ile iyi ilişkiler geliştir. Yahudi lobisi ile anlaş. Onun için de parti kurmadan önce ABD ve Yahudi lobileriyle görüş ve anlaşmanın yolunu bul. Başka türlü direnme gücün olamaz. İktidar olsan bile sizi iktidarda tutmazlar. Nitekim Erbakan Hoca’da gördük. Çoğunluğu elde etseniz bile size iktidar alanını bırakmazlar. İcabında elindeki sermaye gücü ile muhaliflerinin hepsini satın alabilirsiniz. Nihayetinde herkesin bir satın alma değeri var.” Bu telkinatı yapan kişi ekliyor; ‘Tayyip benim tavsiyeme uydu.’
Ancak bize bu hatırayı nakleden arkadaşın tavsiyesinin bir maddesini bizden gizlemiş olduğu kanaatindeyim; “Göstermelik olarak demokrasi trenine binersin; AB’ye doğru bir rota kırarsın, baktın ki, vesayeti alt ettin; ondan sonra in o trenden kendi krallığını ilan et.”
Bu arkadaşın bize ifade ettikleri ne kadar doğru veya değil ama gelişmelere baktığımızda sanki tavsiyelere harfiyen uyulmuş. İktidar sonrasındaki tablo aynen nakledildiği gibi gelişti. ABD ile sıkı fıkı ilişkiler gelişti. Yahudi lobileriyle dostane yakınlaşmalar temin edildi. Erdoğan’a madalyalar verildi.
İç politikada ise havuz sistemi kuruldu. Bir sermayedar sınıf oluşturuldu. Onların üzerinden ekonomi ve medya kontrol edildi. Muhalif olanlar tek tek satın alınıp, el değiştirilip havuza dahil edildi. Bu anlamda gücün zirvesine ulaşıldı.
Ondan sonra ne oldu? Tam gücün zirvesine gelindiğinde, o eski mazlumiyet günlerinde dillendirdikleri; ‘davam’, ‘ihlasım’ dedikleri tüm değerleri dağın eteklerinde bıraktıklarını gördüler. Ancak artık geri dönüş imkânı yoktu. Zirvede saltanat tahtına kurulmuştu. İhlas/samimiyet/adalet paketleri aşağılarda unutulmuştu. Sonuçta, şeytanın telkinatı olan güç/sermaye biriktirme ameliyesi onları esir almıştı. Sermaye ile iktidar kazanılmış ama o iktidar artık adalet dağıtmıyor; zulüm üretiyor.
Samimiyet ve ihlas üzere olan bir Müslüman için iktidar olmanın tek bir sebebi olabilir; bugüne kadar kendisine zulmedenler de dahil olmak üzere herkese adalet dağıtan bir siyasal örneklik bırakmaktır. İşte Ak Parti, zirvede AKP’leşince bu fırsatı kaçırdı. Bu dünyanın iktidarını kazandı (eğer kazanma sayılıyorsa) ama öteleri kaybetti.
Bu anlamda Türkiye’deki tüm İslami cemaat/tarikat ve topluluklar kaybetti. Dünyanın imkanlarına/kazanımlarına yenik düştüler. Zaferi, biriktirmede, yüksek, donanımlı yapılar yapmada; medya gücüne sahip olmada; çok asker kazanmada aradılar. Ne yazık ki, ellerindeki en büyük sermaye olan İhlas’ı / dürüstlüğü / samimiyeti kaybettiler. Ve bir süre sonra hepsi dünyanın altında kaldılar.