Bu Coğrafya Kaderimizse Barışı İnşa Etmek Farzdır

by Fahrettin Dağlı

İbn-i Haldun, Mukaddime’sinde ‘coğrafya kaderdir’ derken (her ne kadar sözün kalıp olarak Ibn-i Haldun’a ait olduğu tartışmalıysa da mana Mukaddime’nin ruhuna uygun) kastı coğrafyanın insanlara çizdiği imkanların değiştirilmesinin imkansız olduğu değildir. Coğrafyanın toplumların üzerindeki siyasal, ekonomik, sosyolojik, sanatsal ve psişik etkilere sahip olduğunu söylemeyi murat etmiştir. Aslında Marksistlerden çok önce bir nevi alt yapının, üst yapıyı belirlediği fikrini ortaya atan mütefekkirdir. Coğrafya kaderdir derken aynı zamanda “coğrafya ölçüdür” demektedir.

Bugün Türkiye her durumda üzerinde yaşayanları derinden etkileyen bir siyasal ve jeo-stratejik konumdadır. Bir bakıma kıtaların, çeşitli kavim ve dinlerin buluştuğu bir merkez olma özelliği itibariyle tarihsel olarak hep stratejik önemini korumuştur. Bu toprak parçasında adalet, istikrar ve barış hüküm sürdüğünde aynı ölçüde dünyanın diğer bölgelerinde etkisi görülür ya da tersi vuku bulur. Onun için çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış Anadolu coğrafyası dünya barışı için dengeyi sağlayan bir köprüdür. Az çok tarih bilgisi olan herkesin maksadımı anladığını düşünerek daha fazla detaylandırmayacağım.

Bu girizgahtan sonra dünya dengesi, barışı ve istikrarı için önemli bir konumda olan Türkiye’de bu dengenin, istikrarın ve barışın nasıl sağlanabileceğini namaz metaforu üzerinden izah etmeye çalışacağım. Bahsettiğim etnik ve dini çeşitlilikte barışı sağlamak üzere harekete geçmek isteyen herkesin kendi meşrebince tutacağı bir yol olması gerektiğini düşünürsek, bu metaforun da müslümanlar için bir anlamı olacağını umuyorum.

Diğer ibadetlerde olduğu gibi namazın da farz, vacip, sünnet ve nafile diye devam eden hükümleri vardır. Mesela cuma namazı farz olup cemaatle kılınması da farz hükmündedir. Diğer beş vakit namazın farzlarının da cemaatle kılınması efdal görülmüştür. Sünnet namazlarının da gerek mescitte ve gerekse evde bireysel olarak kılınabileceği Hz. Peygamberden öğrenilmiştir. Nafile namazların diğer nafile ibadetler gibi mümkün olduğu ölçüde halktan uzak ve gizli yapılması makbul sayılmıştır.

Şimdi namaz ritüelini toplumsal yönetime, barışa teşmil edelim.

Yazıma “Coğrafya kaderimizse barışı inşa etmek farzdır” başlığını koydum. Son derece netameli ve çok sayıda medeniyete ev sahipliği yapmış ve bu nedenle dini ve etnik çeşitliliğe sahip bir coğrafyada yaşayan biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına evrensel değerler üzerinde bir toplumsal sözleşmeye varmak ve tüm toplumsal unsurların gönüllü katılımıyla sağlanacak konsensüsle bir anayasal devletin eşit vatandaşları olarak barışı, dayanışmayı sağlamak farzdır. Tıpkı Cuma namazı gibi.

Sosyal ve ekonomik anlamda toplumsal refahın ve mutluluğun temini vacip hükmündedir ama gerçekleşmesi zaman alabilir. Sürdürülebilir bir toplumsal barış için çözüme kavuşturulması gereken niza konularını da belirlenmiş bir sürece yayarak ve geçici sözleşmelerle ve karşılıklı anlayışla zaman içerisinde çözüme kavuşturma imkanımız olabilir.

Bu kadar dini ve etnik çeşitliliği sahip bir toplumun her mevzuda anlaşması, orta yolu bulması mümkün olmayabilir. Bu durumda toplumsal barış üzerinde etkili olabilecek belli başlı nizalı mevzularda anlaşmak vacipse de, esnek bir düzenlemeyle insanların ihtilaflarını zamana yayarak, bir uyum süreciyle ortak bir noktada buluşulmasını sağlamak mümkündür. Malum, vacip namazlar cemaatle kılınabildiği gibi tek başına da kılınabilir. Onun için anlaşma zorluğu olmayan hususlarda cem olup diğer hususları zamana yayabiliriz. Burada asıl olan temelli bir çözüme götürecek bir süreci başlatmaktır. Yolda akamete uğramaması için sahih bir niyetle ölçü belirlemektir.

Toplumsal barışa dair öyle mevzular da vardır ki, insanların bireysel ve toplumsal özgürlük alanları yani temel hak ve özgürlükler olarak kabul edilmiştir. Bunları belirleyen o toplumu oluşturan kesimlerin etnik ve dini kabulleridir. Bugün toplumda en çok mevzu edilen ve üzerinde tam bir mutabakat sağlanamayan alanın temel hak ve özgürlükler olduğu söylenebilir. Bu konu, toplumsal barışı değil de kendi egemenlik alanlarını önceleyenlerin mevzu edilmesinden bile korktuğu bir meseledir. Halbuki toplumsal çıkarı ve mutluluğu öncelemek tüm kesimlerin nihai yararını ve mutluluğunu sağlayacağından bunu sadece kendisi için talep etmek asla insani, hukuki ve dolayısıyla medeni değildir. Toplumu oluşturan kesimler bu alanlarda başka kesimlerin özgürlük alanlarına zarar vermeden kendi özel alanlarında özellerini inşa etme, kurumlarını ihdas etme, kurallar koyma özgürlüğüne ve inisiyatifine sahip olmalıdırlar. Burada toplumun tüm kesimlerinin ortak bir müşterekte buluşmaları gerekli ama zorunlu değildir. İşte bu da toplumsal barışın sünnetidir.

Bir de toplumu oluşturan bireylerin bireysel tercihlerini kullanma ve özgürlüklerini yaşamaları konusu var ki bu da nafile namaz hükmündedir. Yani, tamamen bireye bir hak olarak sağlanan özgürlük alanı, herkesin, her kesimin kendi bireysel ve toplumsal özellerini inşa etme çabasıdır. Bu alan, kimsenin birbirinin alanına müdahale etmediği korunaklı özel alandır. Bir başkasının özgürlük alanına tecavüz etmeden istediğini, arzu ettiğini yapma ve yaşama özgürlüğüdür.

Tekrar başlığa dönecek olursak şunu dememiz gerekir: Yaşadığımız coğrafyada toplumsal barışı kendi dinamiklerimizle ve sosyolojinin önümüze koyduğu tecrübe ve imkanlarla sağlamaya mecburuz. Çoğunluğun çıkarını gözeterek, diğer unsurların hak ve özgürlüklerini yok saymak, ihmal etmek o çoğunluğa mutluluk sağlamayacağı gibi o coğrafyada o ülkeyi ayakta tutmak imkanı da olamaz.

Türkiye gerçekliği budur, dolayısıyla bu gerçeklik siyasi çekişmelere kurban verilemez.

Bunları Okudunuz Mu?

Yorum Bırak

This website uses cookies to improve your experience. Accept